Skip to content

Antichrist Ne Anlatıyor? – II, Nietzsche’nin Antichrist’i | Yasin Yıldırım

Nietzsche’nin Antichrist’i*

Nietzsche’nin Hıristiyanlık analizi daha büyük analizinin, felsefi antropolojisinin ağırlık merkezidir. Bu felsefi antropolojinin temel hedefi, doğalcı yaklaşımın temel prensiplerine bağlı kalarak, yani insanın en temelde doğanın bir parçası olduğunu unutmadan, insanın bugüne nereden ve nasıl geldiği ve bugünden nereye ve nasıl gideceği sorusunu cevaplamaktır. Yaşadığı dönemde çok popüler olan evrim teorilerinden çok etkilenmişe benzeyen Nietzsche bu soruya, insanın hayvanlık durumundan insanlık durumuna geçişini de açıklayan ve kendi içinde çok tutarlı yaratıcı bir dizi spekülasyona dayanan, insan bilincine ilişkin bir evrim teorisiyle cevap verir. Ben bu yazıda ne Nietzsche’nin felsefi antropolojisinin ve onun ayrılmaz bileşenleri olan ‘güç istenci’, ‘ebedi döngü,’ ‘Zerdüşt’ gibi kavramlarının bütünlüklü bir analizini yapacağım, ne de aşağıda sunacağım Nietzsche’nin Hıristiyanlık analizinden doğabilecek felsefi önermeleri ve sorunları ‘akademik’ bir üslupta tartışacağım. Hareket noktamız Trier’in Antichrist’inin bir eleştirisini yapmak olduğundan ve benim bu filmin ancak Nietzsche’nin Hıristiyanlık analizinden hareketle anlaşılabileceği iddiamdan dolayı, aşağıda Nietzsche’nin Hıristiyanlık analizinin ana hatlarını Nietzsche’nin filmle olan ilişkisini anlamamıza yetecek düzeyde açımlayacağım.

Başlarken söyledik; Nietzsche için Hıristiyan dini bir tipe değil, insanın türsel evrimi içinde belirli tarihsel, sosyal, biyolojik ve psikolojik koşullar altında ortaya çıkan ve kendisiyle ve çevresiyle belirli türde ilişki kuran ahlaki bir tipe karşılık geliyor. (Nietzsche’nin Hıristiyan’dan kastı bugün bizim de temsil ettiğimiz insandır. Ancak Nietzsche’nin Hıristiyanlık eleştirisini anlamak birinci amacımız olduğu için ben bu yazıda insandan ziyade Hıristiyan terimini kullanacağım. Bununla birlikte bu bölümü tamamladığımızda Hıristiyan terimiyle Nietzsche’nin neden insanı kastettiğini anlatabilmiş olacağımı umuyorum.) Nietzsche’nin felsefi antropolojisine göre, insan toplumunun gelişiminin belirli bir evresinde nüfusun çoğunluğunu oluşturan köleler kitlesel olarak büyük acılar çekmektedirler ve bu acının şiddetini azaltmak için yeni bir bakış açısı geliştirirler. Ama bu bakış açısının ortaya çıkması sıradan bir gelişme değildir Nietzsche için; insan bilinci yeni bir fizyolojik özellik kazanmıştır ve tıpkı Musevilik gibi, Hıristiyanlık da (ve onu takip edecek İslam da) insanın, çok özel koşullar altında, bu fizyolojik özelliği kullanmayı keşfetmesinden doğar (Bu noktada bir uyarı yapmakta fayda var. Nietzsche Hıristiyanlıktan bahsederken belirli bir toplumsal işlevi olan dini bir ideolojiyi ve bu ideolojiden türeyen kültürü kastediyor, yoksa Hıristiyanlığın herhangi bir versiyonunu değil. Bununla birlikte Nietzsche’nin Hıristiyanlığın ortaya çıkış koşullarına ilişkin söylediği şeyler bugün hala varlığını sürdüren kitlesel dinler için geçerlidir; Nietzsche’nin eleştirisinin muhatabının Hıristiyanlık ve kısmen Musevilik olmasının sebebi bu iki dinin egemen Avrupa kültürünün harcı olmalarıdır). İnsan bilincin bu yeni fizyolojik özelliğini keşfederek doğada karşılaşmamamız gereken bir çelişkiye sahip olur; güçlünün üstünlük duygusu (insanda kibir olarak ortaya çıkar) ile zayıfın zayıflık duygusu (insanın suçluluk duygusu olarak yorumladığı duygu) aynı insanda buluşur. Nietzsche için ne tesadüf, ne de sonsuza kadar varlığını sürdürecek olan bu çelişki sadece bu tipin dünyayla olan ilişkisini belirlemez, dünyayı bu iki duygu arasındaki çelişik ilişkinin güdümünde yorumlayan insan bilinci bir de kültür kurar kendisine. Ancak, insanın çektiği acının sebeplerini ortadan kaldırmaktan ziyade, insanın acısını uyuşturmaya ve acısını katlanılır kılmaya yarayan bir bakış açısından doğan bu kültür zamanla bu acının daha büyük şiddette ve daha kitlesel olarak ortaya çıkmasını engelleyemeyecektir. İşte Antichrist, ya da Zerdüşt de bu kendi felaketini hazırlayan Hıristiyan tipi izleyen yeni insan tipi olarak bu kültürün yıkımından doğacaktır. (Yerleşik kimi yanlış anlamalara karşı Nietzsche’nin Zerdüşt tiplemesi hakkında da bir uyarı yapmakta fayda var. Nietzsche’nin bu tipi Zerdüşt diye adlandırmasının arkasında ne Doğu mistisizmine gönderme yapmak ne de ona üstinsan nitelemesiyle metafizik bir içerik atfetmek gibi bir niyet vardır. Nietzsche’nin yeni insanına Zerdüşt adını vermesinin sebebi doğanın evrimsel hareketini açıkladığını düşündüğü “ebedi döngü” teorisine vurgu yapmaktır. Bu teoriye göre yeni insan, ya da üstinsan, sadece Hıristiyan tipin olumsuzlaması değil, aynı zamanda iyi ile kötüyü ilk defa bir metafizik evrene referansla tanımlayan ve Hıristiyanlığa giden süreci başlatan Zerdüşt dininin kurucusu Zerdüşt peygamberin de olumsuzlaması olacaktır.)

Nietzsche’nin Hıristiyan’ın (insanın) kaderine ilişkin bu felaket senaryosu insanın ve bilincinin kökenine ilişkin bir takım önermelere dayanır. Buna göre, insan başlangıçta doğanın bir parçası ve hayvandan farksızdır. Tıpkı hayvanlar gibi arzularını doyurmaya çalışmakta ve arzularını doyurduğunda, bu başka hayvanın arzularını belirlemeyi gerektirdiğinden, üstünlük hissi duymaktadır. Gene tıpkı hayvanlar gibi arzularını doyuramadığında fizyolojik olarak acı çekmekte ve bu acı belirli bir eşiği geçerse de saldırganlaşmaktadır. İnsan doğadan ayrılıp toplumsal hayata geçince doğa yasasını takip ederek kurar yeni toplumu (doğa yasasının en basit formülasyonu şudur: zayıf güçlüye itaat etmezse cezalandırılır). Ancak insan toplumsal yaşama geçince arzularını artık hayvani doğasının gerektirdiği gibi yırtıcı ve saldırgan bir biçimde değil, toplumsal yasanın gerektirdiği gibi bir takım toplumsal normlara göre, barışçıl denilecek biçimde tatmin etmeyi öğrenmek zorunda kalmıştır. İnsanın bu dönüşümü aniden ve sancısız olmaz; binlerce yıllık toplumsal pratiğin sonunda, insan önce bu yırtıcı arzularını bastırmayı öğrenmiş, -aksi halde cezalandırılır,- sonra onları bilinç dışına itip yerine bir takım toplumsal arzular ikame etmiştir. Bu dönüşüm yeni arzuların eskisinin yerini alması değildir basitçe; yırtıcı arzuları bastırılmış olmaktan dolayı insanda psikolojik bir gerileme sebep olurlar ve acı kaynağına dönüşürler ve asla bilinci tekrar ele geçirip kendilerini doyurmak arzusundan vazgeçmezler. Bu yüzden toplumsal arzuların temel görevi sadece kendilerini tatmin etmek değil, aynı zamanda bu tatminle elde edilen zevk ve üstünlük duygusu aracılığıyla (toplum doğa yasası üzerine inşa edildiğinden toplumsal arzuları doyurulduğunda da üstünlük hissi kazanır insan) hayvani arzuları ve onların bilinci ele geçirme arzusunu bertaraf etmektir. Aksi takdirde, yani insan toplumsal arzularını doyurup hayvani arzularının bastırılmasından doğan gerilimi bertaraf etmezse, bilinçdışı yırtıcı arzuların bilinci ele geçirme tehlikesi, dolayısıyla insanın saldırganlaşması ve tekrar ‘hayvanlaşması’ tehlikesi ortaya çıkar.
İnsanın arzularını doyuramadığında yırtıcı bilinçdışının bilinci ele geçirmek istemesi toplumsal düzenin önündeki en büyük engeldir. Çünkü insan kendine toplumu kurarken doğa yasasını ve onun hiyerarşik yapısını örnek almıştır ve bu da sınıflı topluma yol açmıştır; yani arzularını doyurabilen yönetenler sınıfı ile arzularının doyurulmamasından acı çeken yönetilenler sınıfından oluşan hiyerarşik topluma. Siyasal iktidarı elinde tutan yönetenler arzularının bastırılmasından hoşnut olmayan kitleleri fiziksel zorla ve ideolojik araçlarla kontrol edebilmektedirler, ama insan bilincinin fizyolojik yapısından kaynaklanan büyük tehlikeye, -yani arzularını doyuramadığında yırtıcı arzularının insanı teslim alma tehlikesine-, karşı yapabilecek hiç bir şeyleri yoktur. Nietzsche’ye göre insan bilinci insanın doğuştan kazandığı, evrensel hakikate ulaşmasını sağlayan ve fizyolojisinden özerk bir organ değildir; bilinç insan fizyolojisinin bir parçası olan psikolojik dürtülerle güdülenen ve güçlü ile güçsüz, zevk veren ile acı vereni ayırt etmeye yarayan bir yorumlama ve kıyaslama aracıdır. Bu özelliği dolayısıyladır ki, bilinç insanın toplumsal ilişkileri sayesinde kazandığı bir şeydir aslında; insan içine doğduğu çevrenin, toplumun dünyayı ve kendisini yorumlama biçimlerini taklit ederek kazanır bilincini. Ama bilinç en temelde bir takım psikolojik duygulanımlarla güdülendiğinden, insan bilincini kazanırken aynı zamanda bu psikolojik duygulanımları da kazanır. Yani kuşaktan kuşağa aktarılan sadece bir bakış açısı değildir bilincin evriminde, aynı zamanda insan toplumu kuşaktan kuşağa bilincini güdüleyen duygulanımları da aktarır. Bilincin bu evrimsel hareketi dolayısıyla toplumun iki sınıfı sadece siyasal iki sınıfa değil, kuşaktan kuşağa üstünlük ve zayıflık hislerini de aktaran iki farklı psikolojik sınıfa da karşılık gelirler. Her kuşakla birlikte yönetenler sınıfı üstünlük hissini arttırmakta, buna karşılık yönetilenler psikolojik olarak zayıflamakta ve fizyolojik acıları katlanmaktadır. Ama işte tıpkı hayvanlar da olduğu gibi, insanın da katlanabileceği bir acı eşiği vardır ve toplumsal hiyerarşinin gelişiminin sonucu olarak er ya da geç çektikleri acılara daha fazla dayanamayıp yırtıcı ve saldırgan bilinçdışılarının esiri olma tehlikesi ile karşı karşıya kalan bir yönetilenler kuşağı çıkar ortaya. Bu durumda tehlike altında olan sadece yönetenler değildir tabi, bütün toplum ve insan türü tehlike altındadır şimdi; Hobbes’un ‘herkesin herkese karşı savaşı’ diye nitelediği türden nihilizan bir savaş durumu toplumun varlığını tehdit etmektedir.

Nietzsche’ye göre Hıristiyanlık toplumun bu nihilizan savaş tehlikesine verdiği cevaptır. Önce Antik çağın yönetenleri, antik Yunan ve Romalı efendiler toplumsal hiyerarşinin boyu uzadığında, yani yönetenin üstünlük hissi ile yönetilenin zayıflık hissi ve acısı toplumun kaldırabileceği doğal sınırlara ulaştığında, – yani zayıf güçlü kendini zayıfla kıyasladığında güçlünün üstünlük hissi duyamayacağı kadar zayıfladığında- kendilerini yönetilenlerden ayırırlar. Bu ayrışma aynı zamanda Hıristiyanlığın doğuşuna ve güçlenmesine de sebep olacaktır, çünkü kuşaklar boyu bastırılmalarının etkisiyle nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köleler fizyolojik olarak büyük acılar çekmektedirler ve Hıristiyanlık mitolojisinin bu acının insanın doğuştan günahkâr, suçlu olduğunun bir işareti olduğu yorumu kölelere çok cazip gelir. Der ki Hıristiyan rahip köleye: “sen Âdem’le Havva’nın soyundan geliyorsun ve onların arzularına engel olamayıp işlediği ‘ilk günah’ın cezasını çekmeye geldin bu dünyaya. Suçunla yüzleş, iyi bir Hıristiyan ve insan ol, cezanın gerektirdiği gibi dünyevi zevklerden arın, öteki dünyada mükâfatlandırılacaksın; aksi halde arzularının peşinden koşan ‘şeytani’ efendilerin gibi cehennemde acıların en büyüğünü yaşarsın”. Bu düşünceyi kabul etmek iki açıdan yararlıdır köleler için. Birincisi, fizyolojik olarak kısmi bir rahatlama hisseder köle bu düşünceyle, çünkü arzularını kontrol eden, bastıran insan arzularını, dolayısıyla doyurulmamış olmalarından doğan acıyı da, daha az hatırlar. İkincisi sınıfsal düşmanı efendisinin cezalandırılacağını vaat eden bu düşünce köleyi psikolojik olarak da rahatlatır.

Buraya kadar anlattığımız Nietzsche’nin Hıristiyanlığın ortaya çıkışına ilişkin önermeleri dinin sosyolojik işlevini açıklamaya çalışan Marx ve dinin psikolojik işlevini açıklamaya çalışan Freud gibi düşünülerde bulabileceğimiz türden düşünceler. Nietzsche başka bir noktaya dikkat çekiyor ve önemli bir iddiada bulunuyor. Klasik filoloji, Antik Yunan filolojisi, eğitimi alan, dolayısıyla Antik Yunan toplumu ve metinleri çalışmış olan Nietzsche diyor ki, Hıristiyanlıkla birlikte köleler ahlak alanında devrim yapıyorlar. Kölelerin devrim yapması ilk bakışta, herkesin olmasa da, çoğunluğun hoşuna gidebilir, gitmelidir de; ama dikkatli bakıldığında kölelerin hiç de avantajına görünmeyen çelişik bir devrimle, ne antik Yunan soylu toplumunda ne de daha ilkel toplumlarda görmediğimiz, göremeyeceğimiz bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu söylüyor Nietzsche. Hıristiyanlık zayıfın sadece zayıf olmadığını aynı zamanda suçlu da olduğunu söylüyor ve köleleri de buna ikna ediyor. Evet, Antik Yunan soylularının da bir ahlakı var, ama onların ahlakı sadece güçlü-güçsüz ayrımına denk düşen bir ahlak. Soylu ahlakı efendilerin iyi olduğunu, soylu olmayanların, yani kölelerin kötü olduğunu savunur; ama kötü olmak suçlu olmayı zorunlu kılmaz. Soylu ahlakı soyluların üstünlüklerini kölelere onaylatmanın bir yoludur o kadar. Benzer şekilde daha ilkel toplumlarda da, tıpkı doğada da olduğu gibi güçlü-zayıf ayrımı suçsuz-suçlu ayrımına işaret etmez. Güçlü, güçlü olduğu için arzularını tatmin edip fizyolojik olarak kendini doyururken, güçsüz zayıflığıyla yüzleşir, acısını çeker ama bu acıdan dolayı kendini suçlu hissetmez. Şimdi ise güçsüz sadece güçsüz değildir, üstüne bir de suçludur ve Hıristiyanlık ondan zaten doyuramadığı için acı çektiği arzularını daha da bastırmasını ve acısını çoğaltmasını istemektedir. Ne demek istemektedir yani köleler Hıristiyanlığı benimseyerek, daha çok acı mı? Hıristiyanlığın buluşu bu mudur yani, insan acıyı mı arzular olmuştur Hıristiyanlıkla?

Evet, tam da bunu söyler işte Nietzsche, hem de insan bilincine ilişkin çok yaratıcı bir spekülasyonla. Der ki, insanın Hıristiyanlıkla keşfi yeni bir Tanrı değildir basitçe; insanın asıl keşfi bilincin üstünlük arayışına bilincin bir özelliğini kullanarak bulduğu yeni çözümdür, insanın bilinçdışı acılarını yenmek için toplumsal arzularını fizyolojik olarak doyurmak zorunda olmadığının keşfidir. Madem insan arzularını üstünlük hissi duyarak, yani bir başkasını küçümseyerek doyurabilmektedir ve köleler arzularını doyurabilecek fiziksel ve sosyal olanaklarından yoksundur, o halde acıdan felç geçiren bu köleler üstünlük hissini kendilerini, kendi arzularını küçümseyerek, değersizleştirerek pekâlâ elde edebilir. İşte Hıristiyanlığın (ve elbette diğer dinlerin de) insanın çektiği acıyı ebedi suçluluğunun bir işareti olarak yorumlaması tam bu noktada işe yarar. İnsanın kendi kendini, arzularını küçümsemesi ve suçlaması insana sahte de olsa üstünlük hissi ve zevk kazandırır ve insanın yırtıcı arzularının bilinci ele geçirmesini engeller. İnsan acısından zevk almayı keşfeden doğaya çelişik tuhaf bir yaratığa dönmektedir. Yukarıda vurguladığımız gibi, bununla birlikte olmaması gereken bir şey olur, zayıf kölenin kendisini suçlayan bilinci üstünlük hissi ile buluşur. Köle şimdi zayıflığından kaynaklanan acısından kibirlenecek, zayıflığına rağmen kibirle dünyaya bakabilecektir. Köle artık çaresiz bir biçimde acı çeken bir yaratık değil, kendi acısından kibirlenmeyi öğrenmiş çelişik bir yaratıktır. Çelişiktir, çünkü kendisini suçlayıp arzularını bastırdıkça acısı artacak, acısı arttıkça bu acıdan aldığı kibir de güçlenecektir. Kibrin dinlerce yasak olduğu düşünülürse bu iki duygu arasındaki ilişki tam bir paradoksa dönecektir. Kibri arttıkça köle bu kibri bastırmak için suçluluk hissini arttıracak, suçluluk hissi arttıkça acısı ve acısından alacağı zevk artacak ve kibri güçlenecektir. İnsan kendi kendine işkence eden ve bu işkenceden zevk alan ‘hasta’ bir yaratığa dönmektedir. (Trier’in karnını yarmış bağırsaklarını deşen tilkisine ne çok benziyor değil mi?)

Nietzsche Hıristiyanlığın ve dinlerin ortaya çıkışına ilişkin çok çarpıcı bir bakış açısı geliştirmiştir ve bu bakış açısını sonuna kadar götürmekte kararlıdır. İddiası odur ki, köleler bu suçluluk bilincini sınıfsal olarak ve birden kazanmamıştır, bu suçluluk bilincini ilk kazanan ve kölelere taşıyan spesifik bir sosyal pozisyona sahip rahipler sınıfıdır. Nietzsche’nin köklerini ilkel toplumların büyücü, hokkabaz, lokman hekim, kısacası doğaüstü güçleri olduğu düşünülen insan tipinde bulduğu rahipler sınıfı toplumsal hiyerarşide yönetenler sınıfının en zayıfını temsil ederler, yani efendilerle köleleri ayıran eşiği. Bu ruhban sınıfının temel işlevi sınıfsal hiyerarşiden memnun olmayan kölelerin derdine deva olmak, acılarını sağaltmak, aralarında oluşabilecek husumetleri ve güçlülere karşı oluşabilecek kini engellemek; kısacası toplumun dağılmasına izin vermeden güçlü ile güçsüzü birbirinden ayrı tutmaktır. Efendiler sınıfının bir mensubu olarak bu rahipler sınıfı üstünlük hissi taşırlar taşımasına da, efendiler sınıfının en zayıfı olmaları dolayısıyla her an köleleşme tehlikesiyle yüzyüzedirler. Sürekli hissedilen bu zayıflık hissine ruhban sürekli üstünlük arayışıyla cevap verir ve dünyaya sürekli üstünlük hissi bulmak için bakan bir bilinç kazanır – ki bu onun sınıfsal pozisyonunu kazanmasını ve sürdürmesini de sağlayan bilinçtir, yani rahibin bilincinin kuşaktan kuşağa aktarılmasını da. Sürekli üstünlük hissi arayan bilinç çevresinde sürekli hata, yanlış, çirkin olanı arayacak; bu da onu zeki ve yaratıcı kılacaktır. Üstünlük hissi ile zayıflık hissinin bu birlikteliği zaman içinde rahibin zayıflık hissine ve acıya karşı dayanıklılık kazanmasını sağlar ve en sonunda zayıflık hissini kendi silahına çevireceği suçluluk bilincini kazanır. Malum insanın acısından zevk alabilmesi için önce acıya karşı dayanıklılık kazanması gerekir; düşünülebileceği gibi toplumsal hiyerarşinin en zayıfı değildir yani acıya dayanıklı olan, orta sınıftır. Zayıf o kadar acı çeker ki, ona acı verecek her şeyden kaçar; rahipse sınıfsal pozisyonu gereği acıdan kaçamaz, acı onun kaderidir. İşte bu kaderden kibir kazanmayı keşfeder sonunda rahip, kendini suçlayarak acısından zevk almayı.

Ama hesap etmediği bir şey vardır rahibin, insanın dayanabileceği bir acı eşiği olduğu gerçeği. Toplumun (Roma ve Antik Yunan) efendilerinin kendilerini zayıflardan ayırmasıyla yüzleşir bu gerçekle, yani efendiliğini ve kibrini kaybetme tehlikesiyle karşılaştığında. Bu durumda bilinç daha fazla çektiği acıyı suçluluğunun işareti olarak yorumlayamaz, suçlama kendinden dışarıya yönelir. Öyle ya, acı çekmesinin suçlusu kendisi değilse başka biri suçlu olmalıdır. Kibrini kaybetmek istemeyen bilinç şimdi bu acıyı haksızlığa uğramışlılığının bir işareti olarak yorumlayacak ve kendisine bu haksızlığı yapan birini, yani suçlayabileceği ve cezalandırabileceği, dolayısıyla üstünlük hissini geri kazanabileceği birini arayacaktır. Suçluluk bilinci yerini suçlayan ve cezalandırma arzusuyla yanıp tutuşan hınç bilincine bırakacaktır. İşte Hıristiyanlık bu acıdan doğan kibirle zehirlenmiş rahibin hınç bilincinin bir sonucudur. Rahipler sınıfsal düşmanlarına dönüşen efendileri cezalandırabilecek fiziksel olanaklardan yoksundurlar ve bu onları efendilerini hayali olarak cezalandırabilecekleri ve rövanş duygularını tatmin ederek üstünlük hislerini geri kazanacakları bir ‘hakikat’ yaratmaya zorlar. Sonunda efendilerini cezalandırmayı vaat eden kendi tanrılarını yaratırlar (bu tanrı Yunanlı soyluların doğadan türetilmiş ve kindar olmayan tanrılarının tam tersidir), hem de dünyanın gördüğü en kibirli ve suçlayıcı tanrısını, insanı suçlamak için kendi oğlunu feda eden tanrıyı.

Rahiplerin fizyolojilerindeki evrimin bir sonucu olarak başlayan kölelerin ahlaki devrimi rahiplerin suçluluk bilincini kölelere taşımasıyla büyür. Köleler Hıristiyanlık öğretisini sevinerek benimseyeceklerdir, çünkü Hıristiyanlık kölelere sadece acılarından zevk almayı öğretmekle ve efendilerinin cezalandırılacağını vaat etmekle kalmaz, onlara acılarını katlanılır kılan kutsal bir gerekçe de verir. Hıristiyanlığın siyasal iktidarla buluşması üç yüzyılı bulacaktır ama bu sürede rahipler iktidarını kurumsallaştıracaktır. Bu kurumsallaşma göründüğünden daha ciddi ve derin bir kurumsallaşmadır, çünkü ilkel Hıristiyan toplumla birlikte toplumun temel dinamiği olan efendi-köle ilişkisi radikal bir dönüşüme uğramıştır. Doğada ve ilkel toplumda fiziksel olarak güçlü-güçsüz ilişkisine işaret eden efendi-köle ilişkisi şimdi rahip-köle ilişkisine dönüşecek ve sözleşmenin dayanağı fiziksel güç değil, bir hakikat olacaktır. Toplumun lideri artık fiziksel olarak en güçlü olan değil, acıya en dayanıklı olan ve bu özelliğiyle hakikati deneyimleyen rahiptir. İnsan fizyolojisindeki bir değişim siyasal örgütlenmede bir devrime yol açmıştır: toplumsal hiyerarşide orta sınıfı temsil eden bilinç toplumun yeni lideridir artık.

Evet, bu yeni liderler kendi üstünlük duygularını tatmin etmek için farkında olmadan köleleri kullanmışlar ve onların duygularını sömürmüşlerdir; ama bu onları kötü kılmaz iyinin ve kötünün ötesinde bakan Nietzsche için. Hatta ilkel toplumun ahlakına bakarak söylersek –ilkel toplumun en ahlaklı tipi topluma en çok katkıyı yapandır-, bu onları toplumun en ahlaklı tipi yapar, çünkü kölelere suçluluk bilinci taşıyarak onlara acılarından zevk almayı öğretmişler ve bu yolla bastırdıkları yırtıcı arzularının kölelerin bilincini ele geçirmesini ve toplum içinde belirmesi olası iç savaşın önüne geçmişlerdir. Ama bu kötü yapmasa da tehlikeli yapar işte rahibi. Tehlikeli yapar, çünkü bu yeni efendiler, insanın acıya katlanma eşiği olduğunu ve tıpkı kendilerinde olduğu gibi suçluluk bilincinin kölelerde de bir zaman sonra hınç bilincine dönüşebileceğini görememektedirler. Öyle de olur, kuşaktan kuşağa aktarılan yönetilenlerin bastırılmışlıkları kitleleri sonunda hınç bilinciyle buluşturur. Yönetilenlerde hınç duygusu, cezalandırmak isteyen haksızlığa uğramışlık duygusu, belirdiğinde yapabilecekleri iki şey vardır. Ya kendilerine haksızlık yaptığını düşündükleri rakiplerini suçlayacak ve onunla çıplak bir güç ilişkisine gireceklerdir, ya da Hıristiyanlığa onun taktiğiyle, pasifist bir biçimde, yeni bir köken referansıyla ve suçsuzluklarını ve haksızlığa uğradıklarını ispatlayan bir hakikatle cevap vereceklerdir. Birinci yol genellikle çalışmaz, siyasal iktidar siyasal kalkışmaları ağır şekilde cezalandırır. İkincisine karşı ise yapabileceği hiçbir şey yoktur, çünkü o kendi silahıdır. Uzun ve karanlık Ortaçağ’ın ardından hiyerarşik boyu yeniden uzayan toplum kiliseye yeni rahiplerini üreterek cevap verir. Kilisenin içinden yetişen bilim insanları ve sanatçılar yeni bir köken referansıyla- Antik Yunan ve Roma- skolâstik düşüncenin kalıplarını yerle bir ederler. Rönesans’ı Aydınlanma Çağı izler; insanlığın yeni rahipleri, bilim insanları, sanatçılar ve filozoflar harıl harıl insanın, bilgisinin, acısının kökenini speküle etmektedir. İnsanın hayvanlığından devraldığı güç istenci yerini bir hakikat istencine bırakmaktadır. Bu spekülasyonlara dayanarak toplumsal hayat daha fazla Hıristiyanlığın önermelerine göre değil ‘bilimsel’ normlara göre düzenlenmekte ve geçmişe kıyasla insan arzularını doyurma özgürlüklerine sahip olmaktadır, ama toplumun sınıfsal yapısı da bir yandan arzularını doyuramayan geniş kitlelerin bilinçdışı arzularının bastırılmışlıklarını diri tutmakta ve kitlelerin hınç bilincini an be an güçlendirmektedir. Bu hınç bilinci insanın kökenine dair yapılan spekülasyonlar kitlelerle buluştuğunda bu spekülasyonlara tutucu bir içerik vermekte, kitleler hınç bilinçlerinin etkisiyle bu sunulan yeni hakikatleri kendilerine düşmanlar yaratarak ve onları cezalandırarak üstünlük hissine dönüştürmek için kullanmaktadır (bakınız milliyetçilik ve sınıf savaşı ideolojileri). Bu tutuculaşmanın kaçınılmaz sonucu toplumların düşman kamplara bölünmesi ve insanın acısına ve kökenine ilişkin bulduğu her açıklamanın bir önceki açıklamayı değersizleştirmesidir. Nietzsche’nin bütün değerlerin değersizleşmesi-nihilizm dediği bu süreç kaçınılmaz olarak insanın acısının arkasında aslında hiçbir kutsal gerekçe olmadığını keşfine kadar sürecek, insan aslında ‘hasta,’ acı çeken bir hayvan kökeninden geldiği gerçeğiyle yüzleşecektir. Ama bu yüzleşmeye elbette gitgide güçlenen insanın hınç bilincinin etkisiyle şiddetlenen bir toplumsal savaş hali eşlik edecektir. Dinlerin Kıyamet diye nitelediği bu toplumsal savaş koşullarından da işte Nietzsche’nin yeni insanı, hınç bilincinin eleştirisini yapan yeni ahlaki tipi Antichrist, yani Zerdüşt ortaya çıkacaktır.

Yaşarken görmezden gelinmiş (buna kendinin de katkısı vardır), 20. yy’da adı önce hastalıklı faşist düşünce ile anılmış, sonra evrensel hakikat iddialarını reddediyor ve Aydınlanma’nın kazanımlarını erozyona uğratıyor diye eleştirilen postmodernist düşüncenin babası ilan edilmiş Nietzsche, eğer yukarıdaki okumayı referans alırsak, aslında modernist Aydınlanma düşüncesinin son ‘rahip’lerindendir. (Nietzsche’nin insanı üstünlük hissi arayan bir hayvan diye nitelemesi onun yanlış yorumlanan ‘güç istenci’ nosyonu ile ilişkilendirilip rahatsız edici bulunabilir. Güç istenci Nietzsche’nin övgüsünü yaptığı bir nosyon değildir, bir olgudur, insanın hastalığını yenmek için kazandığı bir olgu, yani bir hastalığın ifadesi. Dahası yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi Nietzsche insanın bu güç istencini bir gün hakikat istenci ile değiştireceği düşüncesindedir ve Zerdüşt’de bu güç istencini hakikat istenci ile değiştirmeyi başarmış yeni insan tipi olacaktır.) Nietzsche tıpkı içinden çıktığı rahipler sınıfı gibi kötümserdir, -ama bir tanrı yaratacak kadar umutsuz değil- ve son kertede onlar gibi bir spekülatördür; ama çok yaratıcı ve eleştirel bir spekülatör. Kuşkusuz yukarıda ana hatlarını çizmeye çalıştığım Nietzsche’nin insanlık tarihi yorumu çok daha detaylı, dikkatli ve derinlikli analizleri hak ediyor; ama gelin biz baştan beri amacımız olan şeyi yapalım ve Trier’in trajedisini Nietzsche’nin insanlık trajedisi eşliğinde okumaya çalışalım.

* Bu bölümde sunulan Nietzsche yorumu ilk defa Yasin Yıldırım’ın Essex Üniversitesi, Felsefe Bölümü için yazılmış ‘Nietzsche’nin Çilekeş Rahibinin Soykütüğü’ (2008) başlıklı yüksek lisans tezinde savunulmuştur.

One Comment

  1. ANTICHRIST NE ANLATIYOR? – III | YASIN YILDIRIM

    Trier’in Zerdüşt’ü

    http://yasamaevet.noblogs.org/?p=291

    Posted on 27-Sep-11 at 23:56 | Permalink