Skip to content

Antichrist Ne Anlatıyor? – III, Trier’in Zerdüşt’ü | Yasin Yıldırım

Trier’in Zerdüşt’ü

Nietzsche’nin Hıristiyanlığı ve Hıristiyan’ı mümkün kılan hınç bilinci analizini bir kez kavradığımızda Trier’in Antichrist’inin üzerindeki tüm sis perdesi kalkar. Trier’in hikayesini anlattığı kadınla erkek sanılabileceği gibi Adem ile Havva değildir, hele kadın Deccal hiç. Öte yandan, Trier sıradan bir kibirli erkek-‘suçlu’ kadın ilişkisini de anlatmıyordur filmde. Film Hıristiyanlığın başlangıcındaki efendi–köle, yani rahip-köle ilişkisinin ilk kurgulanışından binlerce yıl sonra nasıl bir sonla karşılaşacağına, Hıristiyanlık mitolojisinin kıyametine, Nietzsche’nin bütün değerlerin değersizleşip, rahiple köle arasındaki hakikat ilişkisinin bir suçlama ve fiziki güç ilişkisine dönecek dediği nihilistik sürecin sonuna ilişkin bir yorumdur. Yani kadın düşmanlığı yapıyor diye suçlanan Trier ‘kıyamet’ koptuğunda kadının başına gelecek olan felaketi anlatıyor, en başta da kadınları uyarıyordur.
Filmde anlatılan kıyamet, erkekle kadın son Hıristiyanlardır. Erkek iki bin sene sonra başlangıçtaki rahibin ulaştığı son noktadır; ateisttir, hakikatin bilgisine sahip entelektüeldir, tıpkı ilk rahip gibi psikanalisttir ve kölesinin acısını dindirmeyi kendine görev edinmiştir. Kadınsa binlerce yıldır arzularını bastırması tavsiye edilmiş köledir; tıpkı Nietzsche’nin Hıristiyanlığın kökeninde bulduğu köle gibi neredeyse bütün fiziksel enerjisini yitirecek kadar acı çekmektedir ve acısının büyüklüğü karşısında çaresizleşmiş, kendini rahibinin kollarına bırakmıştır. Hikâye tıpkı ilk rahip ile kölesi arasındaki hakikat ilişkisi gibi başlar, ama ona tamamen zıt bir biçimde. İlk rahip sahip olduğu hakikatin bilgisiyle kölesine suçlusun der, Tanrı sen suçluluğunu gör diye kendi çocuğunu feda etti, suçluluğunu kabul, arzularını terk et. Trier’in ateist rahibi ise tam tersini söyler; çocuklarının ölümünden dolayı ne kendisi ne kadın suçlanabilir, kadının suçluluk hissinin başka bir sebebi vardır. Hıristiyan rahip kölesine kendisini dinleyip arzularını reddederse acılarını yeneceğini ve Cennet’te zevklerin en büyüğünü yaşayacağını vaat ederken, Trier’in rahibi korkusuyla yüzleşip acısından özgürleşsin diye kölesini yeryüzündeki Cennet’e, yani Eden Ormanı’na götürecektir.

Evet, adamın hareket noktası doğrudur, tıpkı rahibin hareket noktasının doğru olduğu gibi. Hıristiyan rahip köleye eğer arzularını doyuramıyorsan onları unut, acını yenemiyorsan ondan zevk almayı öğren der. Adamın hareket noktası da doğrudur; suçluluk duygusu insanın suçlu olduğu anlamına gelmez zorunlu olarak. Eğer herhangi bir şey insanın bilinçdışı bir korkusunu tetiklerse bilinç fizyolojisinde hissettiği korku kaynaklı acıyı suçluluk duygusu olarak yorumlar. Ama adamın tıpkı Hıristiyan rahip gibi farkında olmadığı ve bizim Nietzsche’den öğrendiğimiz çok önemli bir detay var. Doğrudur, suçluluk duygusu korkudan ve bu korkunun fizyolojik acısından doğar; ama insan kibrini kaybedecek kadar çok korkuyorsa suçluluk duygusu korkusuna karşı tek silahı olur. İnsan kendisini suçlayarak, küçümseyerek, değersizleştirerek zevk ve üstünlük hissi kazanır ve bilinçdışı korkusunun bilincini bütünüyle ele geçirmesini önler. Yani kadın korktuğu ve acı çektiği için suçluluk duymuyordur; tıpkı acısından üstünlük hissi üretip bilinçdışı arzularını doyuran Hıristiyanlığın çelişik kölesi gibi, kadın da korkusuna karşı koyabilmek ve kibrini koruyabilmek için kendini, kendi ‘cinsel doğasını’ suçluyordur. Bu onun kibrini korumasının tek yoludur, aksi halde hayvani bir cinselliğin pençesine düşmektedir, ki bunun en büyük kanıtı bilincin, yani kibrinin devre dışı kaldığı sevişme sahnelerinde kadının cinsel arzularının ‘hayvani’ denilebilecek bir şiddette kadını teslim almasıdır. Ancak tehlikeli bir işe soyunmuştur işte kadın, cinsel arzularını kontrol etmek için onları bastırdıkça bilinçdışı arzuları güçlenmekte, bunun karşısında kadın kendini daha fazla suçlamak zorunda kalmaktadır. Bu patolojik sürecin sonu kaçınılmaz olarak kadının cinsel arzularını şeytaniliğinin bir işareti olarak yorumlamasıdır. Kadın soykırımı üzerine çalışırken daha fazla kontrol edemediği arzularının baskısıyla –adam bu sırada kadının yanında yoktur, yani kadın arzularını fizyolojik olarak doyuramaz- ve entelektüel faaliyetin insanın arzularını bastıran bir karaktere sahip olmasının da etkisiyle kadın kibrine sahip çıkmak için son kozunu oynar: kadın doğası şeytanidir. Kadın bilinçdışı arzularının bilincini ele geçirmesini önlemiş, kibrini şimdilik kurtarmıştır, cinsel arzularını lanetlemek pahasına da olsa.

Kibirli adamımızsa bütün bunların farkında değildir. Çünkü kibirli bilinç üstünlük hissinin suçsuzluğunun, haklılığının bir işareti olduğundan emindir ve bu kibrin arkasında ne kadar büyük bir suç yatarsa yatsın, kibir ve suçluluk duygusu arasındaki karşılıklığı göremez. Kibrinin etkisiyle adam sanır ki kadını korkusuyla yüzleştirdiğinde kadını özgürleştirecektir. Ama öyle olmaz işte, adam kadının kendisini suçlamasını şeytan olduğunu düşünecek kadar ileri götürdüğünü keşfettiğinde ve kadını bununla yüzleştirdiğinde, kadının adam karşısındaki son kibri de kırılır. Kadın daha fazla yırtıcı ve saldırgan bilinçdışını kontrol edemez, bulduğu ilk gerekçeyle adamı suçlar, -beni (arzularımı) terk edeceksin!- Bilincini ve kibrini kaybetmiş kadın artık ona en büyük korkusunu-arzularını doyuramama korkusunu- hatırlatan her şeyi cezalandırmak isteyecektir, adamı, adamın cinsel organını ve en sonunda kendi cinsel organını. Bu noktada adamın ertelenmiş trajedisi de başlar. Ayağına matkapla taş monte edilen, cinsel organı parçalanan, diri diri gömülen adamın kibri kırılmış, uyuyan dev uyanmış, suçlanacak ve cezalandırılacak bir düşman arayan hınç bilinci adamı ele geçirmiştir Kadın kontrolden çıkmış hastası değildir daha fazla adamın, adamı suçlayan şeytanın ta kendisidir ve cezalandırılmayı hak etmektedir. Adamla kadın arasındaki rahip-köle ilişkisi güçlü olanın ayakta kalacağı boğaz boğaza çıplak bir güç ilişkisine döner. Hıristiyan rahibin acısından zevk almayı ve dolayısıyla acısına rağmen yaşamayı öğrettiği köleyi son rahip kendi elleriyle öldürür. Nietzsche’nin döngüsü tamamlanır.

Peki kimdir o zaman Antichrist-Zerdüşt, adamla kadın son rahip ile köleyi temsil ediyor ve Nietzsche bize bu hesaplaşmadan yeni insan Antichrist-Zerdüşt doğacak diyorsa? Elbette kadının ölmesi kadının Deccal olduğu anlamına gelmediği gibi, ayakta kalan erkek de ne İsa Mesih ne de Antichrist-Zerdüşt’tür. Antichrist-Zerdüşt, – Trier’i kadın düşmanlığıyla suçlayanları hayal kırıklığına uğratacağız ama-, bizzat Trier’in kendisidir. Zerdüşt Trier’dir, çünkü Nietzsche’nin Hıristiyanlığın doğalcı analizinin de önerdiği gibi insanlığın başına musallat olacak olan şeytan Deccal ile onun antitezi (Hristiyanlık mitolojisisne göre İsa Mesih; Nietzsche için Zerdüşt) metafizik varlıklar değil, Deccal suçlamak ve cezalandırmak için dünyaya bakan hınç bilinci (inanmayan sadece 20.yy’a bakabilir) ve Zerdüşt de doğalcı bir bakış açısıyla hınç bilincinin-Deccal’in eleştirisini yapacak (yani onu sembolik olarak öldürecek) olan yeni insandır, tıpkı Trier’in bu filmde yapmaya çalıştığı gibi. Ama bu elbette Nietzsche ve Trier için Zerdüşt’ün İsa Mesih’in tahtında gözü olan yeni peygamber olduğu gibi tehlikeli bir ima içermez. (Nietzsche bu noktayı özellikle vurgular. Bakınız Ecce Homo, ‘Ben Neden Kaderim?’ bölümü) Zerdüşt sadece bir metafordur ve Nietzsche kadar bütünlüklü olmasa da doğalcı terimlerle hınç eleştirisi yapmış Freud, Lacan gibi psikanalistler, Nietzscheci düşünce geleneğinin 20.yy.’daki takipçileri, örneğin Deleuze ve Foucault gibi filozoflar (hınç bilincinin eleştirisini değil övgüsünü yapan Heidegger hariç elbette) ve bu düşünürlerin günümüzdeki felsefi ya da politik uzantıları Zerdüştyen karakterlere sahiptirler. Zerdüşt’ün bir metafor, yani istisna olmaktan çıkıp ete kemiğe bürünmesi ancak hınç bilincinin eleştirisi üzerine kurulmuş bir toplumla mümkündür. Nietzsche bunun gerçekleşeceğinden emindir, ama bunun olup olamayacağı, olacaksa nasıl olacağı bambaşka soruların yanıtlanmasını gerektiren bambaşka çalışmaların konusudur. Biz şimdi Trier’in Zerdüşt olduğuna ikna olmayan seyirci-okur için gelin filmin anlaşılmasının önündeki en büyük engel olan Trier’in ‘üç dilenci’ metaforu üzerindeki sis perdesini de aralayalım.

Filmde üç hayvanla, ceylan-tilki-karga ile temsil edilen ve sırasıyla ıstırap, acı ve umutsuzluk adı verilen üç dilenci metaforu filmin anlaşılması önündeki en büyük engeldir, çünkü bu üçlü filmin başından sonuna dek birçok kilit sahnede karşımıza çıkarlar ama Trier’in bu üçlü ile ne kastettiği anlaşılmaktan çok uzaktır. Trier bu üçlüyü sırasıyla adlarını verdikleri ilk üç bölümün sonunda tanıtır bize; ama bundan önce, ilk izleyişte gözlerden kaçar doğal olarak, filmin açılış sahnesinde çiftin çocukları Nick’in pencereden düştüğü sahnede karşılaşırız bu üçlüyle. Çocuğun yatağından inip pencereye ulaşmak için kullandığı masanın üzerinde üç dilenciyi sembolize eden ve üzerlerinde sırasıyla ıstırap, acı ve umutsuzluk yazan üç biblo görürüz (ellerini açmış dilenir gibi duran kasketli üç adam biblosu.) Çocuk masaya çıkarken bu üç bibloyu yere yuvarlar. Sonra ceylanı ilk bölümün, Istırap bölümünün sonunda görürüz, rahminden bir cenin sarktığı halde, umursamaz bir şekilde ormanda dolaşmaktadır. Tilkiyle ikinci bölümün, Acı bölümünün sonunda karşılaşırız, karnını yarmış bağırsaklarını deşmektedir ve hiç de acı çekiyor gibi bir hali yoktur. Kargaya ise üçüncü bölümde, Umutsuzluk bölümünün son sahnesinde, adamın ayağına taş monte edilmiş bir halde kadından kaçarken sığındığı tilki kovuğunda rastlarız. Adam yerini belli eden kargayı onca uğraşmasına rağmen susturamaz/öldüremez. Bu üçlüyü biraraya gelecekleri dördüncü bölümden önce üçüncü bölümde adam kadının ‘cadı odası’nı keşfettiğinde görürüz sonra, bir gökyüzü haritasında bir takımyıldızı olarak resmedilmişlerdir. Dördüncü bölümde bu üç dilenciyi yorumlayabileceğimiz tek materyal verilir bize. Adam kendisini tilki kovuğundan çıkarıp tekrar kulübeye getiren kadına ‘beni öldürmek istedin mi?’ diye sorar. Kadın ‘henüz değil’ der ve ekler: ‘üç dilenci geldiğinde biri ölmek zorunda.’ Çok geçmeden yerde sırtüstü yatan adamın gözü pencereden dışarı gökyüzüne kayar ve gökyüzünde kadının cadı odasında gördüğü takımyıldızlarını görür ve ‘böyle bir takımyıldızı yok’ der. Ancak hemen bu sahneyi takip eden sahnede, yine ilk izleyişte dikkatlerden kaçmış olması muhtemel çok şaşırtıcı bir sahne görürüz. Çocuğun pencereden düşüşüne ilişkin bir sahnedir bu ve çocuk pencereden düşerken hemen pencerenin kenarında onu izleyen ceylan durmaktadır. (Bu sahne adamın bir canlandırması gibi durur önce, ama bence bu sahne ile Trier bize bir ipucu vermektedir. Çünkü bu sahneden biraz ve kadının klitorisini makasla kesmesinden hemen önce Trier bizi yine prolog sahnesine götürür ve kadının kocasıyla sevişirken çocuğun uyandığını ve yatağından indiğini gördüğünü gösterir bize. İlk bakışta bu sahne kadının vicdan azabının bilincine oynadığı bir oyunmuş gibi görünebilir izleyiciye. Ama dönüp prolog sahnesine bakınca görürüz ki, gerçekten de çocuk yatağından indikten sonra kadının görüş açısına giriyor ve kadın da çocuğu görüyordur. Muhtemelen kadın çocuğun pencereden düşebileceğine ihtimal vermemiş ve ‘işine’ devam etmiştir.) Bu sahnenin biraz ardından ceylan-tilki-karga sırasıyla arzu endam ederler ve adam kadının ‘üç dilenci geldiğinde biri ölmek zorunda’ sözünü teyit edercesine, karganın getirdiği İngiliz anahtarı ile ayağındaki taşı söker ve kadını öldürür. Ancak, üç dilencinin işlevi bitmiş değildir, tıpkı filmin açılış sahnesinde karşımıza çıktıkları gibi filmin epilog sahnesinde de ‘kıyametten’ arta kalan adama olanca sevimlilikleriyle gülümsemektedirler.

Benim iddiam odur ki, Trier Ceylan-Tilki-Karga ya da onlara verdiği adlar ile Istırap-Acı-Umutsuzluk üçlemeleri ile Hıristiyanlığın Teslis inancına ve onun kutsal üçlemesine, Baba-Oğul-Kutsal Ruh’a gönderme yapıyor ve Zerdüşt’ten beklenmesi gerektiği gibi Kutsal Üçlü’yü yeniden yorumluyor. Hıristiyanlığın Teslis inancına göre Baba, Oğul ve Kutsal Ruh Tanrının üç görüngüsüdür ve üçü de Tanrıyı temsil ederler. Baba yaratıcı Tanrıdır, Oğul onun insanlığa gönderdiği İsa, Kutsal Ruh’ta yaratıcı Tanrının insanın (Hıristiyan’ın) ruhuna üflediği esanstır. Trier Kutsal Üçlü’yü üç dilenci diye niteleyerek Nietzsche’nin düşüncesinin doğasına uygun olarak Hıristiyanlığın acı çeken insanın duygularını sömürdüğünü vurguluyor kanımca. Öte yandan kadının ‘üç dilenci geldiğinde biri ölmek zorunda’ önermesi benim hem üç dilencinin Kutsal Üçlü’yü temsil ettiği iddiamı destekler hem de filmde resmedilenin kıyamet olduğu iddiamı. Çünkü Hıristiyanlığın Teslis inancına göre İsa Mesih insanlığın başına musallat olan Deccal’ı öldürmek için kıyamet koptuğunda kurtarıcı olarak tekrar dünyaya gelecek, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh dünyada tekrar kıyamet gününde buluşacaklardır.

Ancak bu ne kadının Deccal olduğu ne de kadını öldüren adamın İsa Mesih olduğu anlamına gelir, elbette eğer Trier’in Kutsal Üçlü yorumunu doğru kavrar isek. Trier filmde kutsal üçlüğün bir değil iki yorumunu yapar. Birinci yorum kadının yorumudur. Buna göre doğa (dünya) güçlü ile güçsüzün değil, iyi ile kötünün mücadelesine tanıklık etmektedir. Kadın zayıf doğası gereği (‘bedenlerini kontrol edememektedirler’ der kadın) kötüdür, şeytanı temsil eder. Ancak doğa evrenin göksel yasasına tabiidir ve bu göksel yasa üç dilenciyi (üç takımyıldızını) buluşturduğunda iyi ile kötü, Deccal ile İsa Mesih son bir savaş verecek, ikisinden biri ölecektir.

Trier’in Kutsal Üçlü yorumu ise kadının bu bakış açısının eleştirisidir, ki filmin afişindeki ters dönmüş kadın simgesi-Venüs de bu noktanın altını çizer. Kadın Hıristiyanlık karşıtı bir doktrini benimsiyor görünse de, bütün yaptığı aslında doğadaki güçlü-güçsüz mücadelesini ahlaki alanın içine çeken Hıristiyanlık düşüncesini son ucuna kadar götürmektir – kıyamette buradan doğar zaten. Trier’in yorumu ise doğayı ahlaki alanın dışına çekmeye yönelik bir çabadır: Kutsal Üçlü ne Hıristiyanlığın Kutsal Üçlüsü ne de kadının üç dilencisi gibi göksel bir yasadır, bizatihi doğanın kendisidir. Yaratıcı tanrıyı ceylanla temsil eder Trier, doğanın en estetik bulunan hayvanlarından biriyle. Der ki, ceylanı rahminde bir ceninle resmederek, doğanın yaratıcı tanrısı Hıristiyanlığın tanrısı gibi bir ıstırap tanrısı değildir, yaratıcı ıstırap vermez; ıstırabı deneyimleyen bizzat yaratıcının kendisidir ve yaratıcılık başkasına acı vermek değil ıstırabından ‘güzel’ yaratma sanatıdır. Kutsal Üçlüğün Oğlunu, yani Hıristiyan İsa’yı (insan) tilki ile temsil eder Trier ve tıpkı Nietzsche’nin acısından zevk alan patetik insanı gibi bu tilki de karnını yarmış bağırsaklarını deşmektedir hiç acı çekiyor görünmeden. Dahası tıpkı insan gibi konuşur tilki, metafizik bir yasayı dile getirmez ama Hıristiyan gibi, doğa yasasının altını çizer: ‘kaos hüküm sürmektedir.’ (Cannes Film Festivali sırasında çok ilgi gören bu tilkinin maketlerini satışa sunan Trier’in bu maketlerden birine Katolik diğerine Protestan adını vermesi de tilki ile Hıristiyan’ı kastettiğinin bir diğer kanıtıdır. Ayrıca Trier’in insanı temsil etmek için kurnazlığıyla tanınan bir hayvanı tercih etmesi de çok manidardır, zira Nietzsche’de sık sık insanın kurnazlığına, hatta doğanın en kurnaz hayvanı olduğuna vurgu yapar. Bir örneği için bakınız İyinin ve Kötünün Ötesinde, 291. Aforizma.) Kutsal Üçlü’nün Kutsal Ruh’unu karşılayan karga (malum karga uzun yaşayan bir hayvandır ve popüler bakış tarafından uğursuz diye nitelenir) ile ise Trier acısından dünyaya umutsuz bir gözlükle bakan insanın ruh haline vurgu yapmaktadır. Ama Nietzsche’nin de vurguladığı gibi, umutsuzluk aynı zamanda insanın hayatta kalmayı borçlu olduğu ruh hali olduğu için karga önce adamın onca denemesine rağmen ölmeyecek, sonra en umutsuz anında adama İngiliz anahtarını getirerek, hayatta kalmasını sağlayacaktır.

Üç dilencinin, yani Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un göksel bir yasa değil doğanın yasası olduğunu ortaya çıkardığımızda filmde çiftin çocuklarının neyi temsil ettiği sorusuna da cevap veririz. Benim kanaatim odur ki, çocuk İsa Mesih’i, yani kıyamet gününde dünyaya dönüp Deccal’in hakkından gelmesi umulan kurtarıcıyı temsil ediyor. Ancak bu İsa Hıristiyanlığın İsa Mesih’i değil, Nietzsche’nin Der Antichrist’te resmettiği Nasıra’lı İsa’dır (Nasıra İsa’nın çocukluğunun geçtiği İsrail’de bir kasabadır). Nietzsche için İsa peygamber ya da Mesih değil, hınç bilincinin ilk eleştirilerinden birisini yapmış ve Yahudi rahiplere başkaldırmış pasifist bir anarşisttir. Ancak kusursuz bir hınç eleştirisi değildir sonuçta Nasıra’lı İsa’nın ki, çünkü yine metafizik bir evrene dayanır eleştirisi. (Bu noktada Nietzsche’nin Yahudilere ilişkin eleştirisini Anti-Semitizm olarak yorumlayabilecek olanlara hatırlatmakta fayda var. Hınç bilincini keşfeden Yahudi Irkı değildir, Zerdüşt’tür. Musevilik Hıristiyanlığa giden yolu açması ve elbette siyasal iktidara eklenmesi itibarı ile Nietzsche’nin eleştirisinin hedefidir). Kanımca çiftin çocukları Nick Nasıra’lı İsa’nın 2000 yıl sonraki tasviridir. Ancak bu son Nasıra’lı İsa insanlığın başına musallat olan Deccal’ı, yani hınç bilincini öldürmeyi bırakın, daha yürümeyi öğrenir öğrenmez kendini öldürecektir. Çünkü içine doğduğu dünya İsa’nın arkasında bıraktığı dünya değildir artık, insan arzularını kontrol etmek için çıktığı yolda arzularına yenilmiş (babası ile annesi), hınç bilinci almış yürümüş, öğretisi (Baba-Oğul-Kutsal Ruh) dogmatikleşmiştir. Bu yüzden çocuk Baba-Oğul-Kutsal Ruh’u simgeleyen üç bibloyu yere yuvarlayacak, rüzgarın (doğanın) açtığı pencereden aşağı atlayacak, onu çağıran doğaya dönecek, yaratıcı doğa (Ceylan) hüzünle arkasından bakacaktır.

Şimdi gelelim filmin kritik epilog sahnesine ve bu sahnede temsil edilen Antichrist’in verdiği mesaja. Filmin kapanış sahnesinde karısını öldürdükten sonra sakat ve güçsüz bir halde ormanda yönünü kaybetmiş görünen adamı görürüz. Acıkmış karnını böğürtlenle doyururken, önce üç dilenci takılır gözüne, sonra muhtemelen kendisine benzeyen erkeklerce öldürülmüş yüzlerini göremediğimiz yüzlerce kadın mezarlarından kalkıp bir özgürleşme vurgusuyla adamın etrafını sararlar. Bununla şunu söylemek istediğini düşünüyorum Trier’in, -yeni yaratıcı Antichrist’in- kıyametten arda kalan insana (insanlığa): Hıncına yenildin, yaşatmak için uğraştığın karını kendi ellerinle öldürdün. Kibirlenemeyeceksin artık, ama kendini suçlu da hissetme, bak senin öldürdüğün kadınları özgürleştiriyorum. Artık yaratıcıyı, acının sebebini ve umudu (umutsuzluğu) gökte arayıp kendini de doğayı da suçlama, bunların doğanın bir parçası olduğunu gör ve anla.

Farkındayım, katil adamın cezalandırılmasını bekleyen izleyiciyi tatmin etmeyebilir bu son, ama işte mesele de kimseyi suçlamadan hınç bilincinin bir eleştirisini yapmaktır Trier için, Nietzsche’nin Zerdüşt’ünden de bekleneceği gibi. Öte yandan seyirci haklı olarak neden erkeğin ayakta kalıp kadının öldüğünü, bunun kadına ilişkin bir eleştiri olup olmadığını sormalıdır. Kadının ölmesi erkeğin ayakta kalması ahlaki bir eleştiri değil, Nietzscheci bir saptamadır. Ne ayakta kalan adam güçlü ve iyi, ne de ölen kadın güçsüz ve kötüdür. Nietzsche’nin önermesine paralel olarak, kadının onca işkencesine rağmen ayakta kalan adam acıya dayanıklı olandır. Öte yandan kadının acıya karşı dayanıklı olmaması kadın cinsine yönelik seksist bir eleştiri değildir, tıpkı kibirli entelektüel erkek eleştirisinin erkek cinsine yönelik bir eleştiri olmadığı gibi. Eleştirinin odak noktası güçlü ile güçsüzü suçsuz ve suçlu olarak kodlayan ve güçlüyü daha güçlü, güçsüzü daha güçsüz yapan kültür ve bu kültürün dayandığı hınç bilincidir. Kadınla erkeğin payına düşen eleştiri sahip oldukları bilincin suçsuzluğundan emin olmalarıdır, ne pahasına olursa olsun kibirlenmek için dünyayı yorumlayan bilinçlerinin.

İzleyici Trier’in hınç analizini ve bu analizi bağladığı sonu beğenir ya da beğenmez, ama ortada çok net bir gerçek vardır. Antichrist’te Trier yorumlanması zor bir filozofu çok başarılı bir şekilde sinema perdesine aktarmış, insanın trajedisi üzerine destansı bir film çıkarmıştır ortaya. Övgülerin en büyüğünü hak ederken, benim hınç bilincinin bir eleştirisini yapıyor dediğim Trier’in kadın düşmanlığıyla, hınç eleştirisiyle asla yan yana gelmemesi gereken bir suçlamayla eleştirilmesi üzerinde durulması gereken bir mesele. Gelin Nietzsche’nin hınç bilincinin eleştirisinden hareketle Trier’in neden kadın düşmanı ilan edildiğine ilişkin birkaç saptama ile bitirelim yazımızı.

Nietzsche’nin hınç bilinci analizi der ki, kibirli insan bilinci kendi türünün acı çekmesi karşısında, yani zayıfla karşılaştığında tiksinir (Filmin Cannes’daki ilk gösteriminde en az dört kişinin bayıldığı söyleniyor). Eğer insan kibrini sınıfsal pozisyonuna borçlu ise, yani bilinci zayıflık hissinden özgürse ve dolayısıyla suçsuzluğundan eminse bu tiksintiden kaçar (Toplumsal hiyerarşinin en üst sınıfı bu yüzden zayıflara görünmeden yaşarlar). Ama eğer insanın kibri ya sınıfsal pozisyonu ya da başka sebeplerden dolayı zayıflık ve suçluluk duygusundan özgür değilse, kendi türünün acı çekmesiyle karşılaştığında bilinç bu tiksintiyi suçluluğunun bir işareti olarak yorumlar (malum suçluluk duygusu da insanda mide bulantısına sebep olur) ve suçlandığını düşünür. Bu durumda hınç bilinci tiksintiden kaçmak için bildiği tek yolla, yani başkasını suçlayarak, değersizleştirerek reaksiyon gösterir; bizim örneğimizde, yönetmeni. Filmin ne anlattığı önemli değildir bu seyirci için, önemli olan bir kadına işkence ediliyor olması ve bu yolla izleyiciye suçluluğunun hatırlatılmasıdır. Dedik ya öncü sanat eleştirmeye önce izleyicisinden başlar diye, Trier de bu eleştirinin kurbanı olur. Ne gereği vardır şimdi seyircinin suçluluğunu hatırlamasının, sen izleyicinin hınç duygularını boşaltacağı bir hikaye anlat ve ‘gerçek’ suçluları cezalandırsana. Bunu yapmıyorsan demek ki suçlu sensin, hem de en azılısından. Ama işte Trier’i faşist ilan edenlerin ‘suçlu’ olmalarının verdiği panik duygusuyla atladıkları çok önemli bir nokta vardır: anlamadan suçlamak eleştirinin değil, faşizmin döl yatağı hınç bilincinin karakteridir.