Skip to content

TEK BAŞINA – Şatila’da Dört Saat, Jean Genet

“Şatila’da ve Sabra’da, yahudi olmayanlar, yahudi olmayanları katletti; bundan bize ne?” Menahem Begin (İsrail Meclisi’nde)

Filistinli direnişçilerin Ürdün’deki Cereş ile Ajlun dağlarında geçirdiği altı ayı, özellikle de bu altı ayın ilk haftalarını, hiç kimse sözcüklere dökemez; hiçbir yazı o günleri anlatamaz. Olayların kronolojik listesini çıkaranlar oldu, FKÖ’nün başarıları ile başarısızlıklarını kaleme alanlar da oldu. Havanın nasıl olduğu, gökyüzünün, toprağın ve ağaçların aldığı farklı renkler betimlenebilir; ama hafif baş dönmelerini, tozlu patikalardaki yumuşak ve sessiz adımları, gözlerdeki parıltıyı, direnişçilerin hem arkadaşlarıyla hem de liderleriyle kurdukları ilişkinin saydamlığını yazıya yansıtmak mümkün değil. Ağaçların altındaki herkes ve her şey karşılarındaki bu yeni hayattan büyülenmişti, herkesin heyecandan içi titriyor, herkes gülümsüyordu; bu tatlı heyecanın ardında dudakları kıpırdamadan dua eden biri gibi korunmaya alınmış, gizli tutulan, herkesten saklanan, hep aynı yoğunlukta hissedilen garip bir duygu vardı. Her şey herkesindi. Herkes tek başınaydı. Belki de değildi. Herkes şaşkınlık içinde gülümsüyordu. Siyasi bir karar doğrultusunda çekildikleri Ürdün sınırları içindeki bu bölge, Suriye sınırından Salt’a uzanıyordu; bir ucundan Ürdün nehri akıyor, öteki ucunda Cereş-İrbid yolu göze çarpıyordu. Yaklaşık altmış kilometre boyunca uzanan bölgenin yirmi kilometrelik bir iç alanı vardı; burası meşe ağaçlarıyla kaplı, bitki örtüsü açısından fakir, küçük Ürdün köylerinin bulunduğu dağlık bir alandı. Direnişçiler, ağaçların altında kamufle edilmiş çadırlarda bir nişancı bölüğü ile hafif ve yarı hafif silahların yer aldığı bir birim oluşturmuşlardı. Ürdün’den gelebilecek saldırılarda kullanılmak üzere bir top, alana yerleştirilmişti; genç askerler, silahlarının bakımını yapıyor, onları temizlemek için söküyor, önce temizleyip sonra yağlıyor ve hızla tekrar takıyorlardı. İçlerinden bazıları silahlarını gözleri bağlı söküp takıyordu; gece çarpışmalarında silahlarını çabuk ve hatasız söküp takmak için bu çalışmayı yapıyorlardı. Askerlerin her biri silahı ile büyülü bir aşk yaşıyordu.
Askerler, ergenliğe geçer geçmez evlerinden ayrılıp direnişçi saflarına katıldıkları için tüfeği, güçlü erkekliğin simgesi ve var olmalarının en önemli koşulu olarak görüyorlardı. Kamp bölgesinde yüzlerdeki ciddiyet yerini zaman içinde gülümsemeye bırakıyordu.
Direnişçiler, tüfekleriyle uğraşmadıkları zaman çay içip, liderlerini, Filistinli ve başka uyruklu zenginleri eleştiriyor, İsrail’e hakaret ediyorlardı. Fakat konu her zaman dönüp dolaşıp başlattıkları ve zafer kazanarak tamamlayacakları devrime geliyordu, en çok devrimden konuşuyorlardı.
“Filistinli” sözcüğünün bir makalenin başlığında, içinde ya da bir el ilanında geçtiğini gördüğümde, aklıma hemen belli bir yerde (Ürdün’de), belli bir zaman diliminde (1970 yılının ekim, kasım aralık, ayları ve 1971’in ocak, şubat, mart, nisan ayları) yaşamış olan direnişçiler geliyor; çünkü ben Filistin Devrimi’ni orada ve o dönemde tanıdım.
Orada yaşanan olağanüstü günler ve var olma mutluluğunun verdiği güç, yaşamdaki güzelliğin ta kendisidir.
O günlerin üzerinden on yıl geçti; bu arada onlarla ilgili hiçbir şey duymadım, bir tek direnişçilerin Lübnan’da olduğunu biliyordum. Batı basını, Filistin halkından saygısızca hatta küçümseme ile söz ediyordu. Sonra birden Batı Beyrut.

Fotoğraflar iki boyutludur, televizyon ekranı da öyledir; ikisinin üzerinde de yürüyemezsiniz. Yürürken üzerlerinden atladığım, sokağı bir uçtan bir uca kaplayan, ayaklarını bir duvara dayayıp, başını öteki duvara yaslamış, yere çömelmiş ya da yay gibi kıvrılmış siyah ve şiş cesetlerin hepsi Filistinli ve Lübnanlıydı. Sağ kalan halk gibi benim için de Şatila’ya, Sabra’ya gitmek, birdirbir oynamaya benziyordu. Daracık sokaklar bazen bir çocuk cesedi yüzünden kapanıyor; sokaklar o kadar küçük ve dar, ölüler de o kadar çok ki. Sokakların kokusu herhalde yaşlılara tanıdık geliyordur; ben rahatsız olmadım kokudan. Çok sinek vardı. Bir cesedin kafasındaki mendili ya da Arap gazetesini kaldırdığımda, birden havalanıyorlardı. Onları rahatsız ettiğim için sinirlenip sürü halinde elime konup beslenecek bir şeyler arıyorlardı. İlk gördüğüm ceset, elli ya da altmış yaşlarında bir adamın cesediydi. Beyaz saçlarını görmek mümkün değildi; çünkü kafası yarılmıştı (bir balta ile yarılmışa benziyordu). Beyninin kararmış bir parçası yerde, başının yanında duruyordu. Siyah, pıhtılaşmış bir kan gölünün üzerinde yatıyordu adamın ölü bedeni. Kemeri iliklenmemişti, pantolonunun tek bir düğmesi kapalıydı. Çıplak bacaklarının ve ayaklarının bazı yerleri kara, bazıları koyu mavi, bazıları da mordu; belki de gece ya da gün doğarken hiç beklemediği bir anda öldürülmüştü. Kaçarken mi öldürülmüştü? Kuveyt Konsolosluğu’nun karşısındaki Şatila Kampı’nın giriş kapısının hemen sağındaki küçücük bir sokakta yatıyordu. Çarşamba günü öğleden sonra Kuveyt Konsolosluğu’nu işgal eden İsrailli askerler ve subaylar, Şatila katliamı sırasında hiçbir şey duymadıklarını, kuşku uyandıracak hiçbir şey görmediklerini iddia etmişlerdi. O zaman herhalde katliam ancak fısıltıların duyulabildiği derin bir sessizlik içinde yapıldı.
Fotoğraf ne sineklerin vızıltısını, ne de ölümün beyaz, ağır kokusunu duyurabilir. Bir cesedin yanından öbürüne atlayarak nasıl yürüdüğünüzü de göstermez. Bir cesede dikkatle bakarsanız garip bir şeyi fark edersiniz: Cesetteki hayat eksikliği, gözünüzde cesedi yok eder, daha doğrusu onun hızla yok olma yolunda ilerlediğini gösterir size. Ne kadar yakınına giderseniz gidin ona dokunamayacağınızı düşünürsünüz. Ona bakarken böyle hissedersiniz. Ama yanına eğilip bir kolunu ya da bir parmağını oynattığınızda ceset birden tekrar varlık kazanır, canlanır; neredeyse arkadaşça bir ifade kaplar yüzünü.
Aşk ve ölüm. Bu sözcüklerden birini yazdığınızda, öteki onun yanına çok yakışır. Aşkın ve ölümün müstehcenliğini algılamak için Şatila’ya gitmem gerekiyormuş. Aşk ve ölüm anında bedenlerin saklayacak hiçbir şeyleri yoktur; duruşları, bükülüşleri, hareketleri, işaretleri, sessizlikleri hem bu dünyaya hem de öteki dünyaya aittir. Otuz ile otuz beş yaşları arasındaki bir adam yerde yüzükoyun yatıyordu. İnsan vücudu şeklindeki bir sidik torbasını andıran ceset, güneşin altında şişmiş ve gerilmişti; pantolonu her an patlayacakmış, kalçası ya da baldırları ortaya çıkacakmış gibi görünüyordu. Yüzünün açıkta kalan çok küçük bir kısmı mor ve siyahtı. Dizinin biraz üzerinde, tam oradan yırtılmış kumaşın altında bir yara görünüyordu. Bir süngü mü, bir bıçak mı, yoksa bir hançer mi açmıştı o yarayı? Yaranın üzeri ve çevresi sinek doluydu. Simsiyah kafası bir karpuzdan daha büyüktü. Adını sordum, Müslümandı.

Kim bu?
Bir Filistinli, diye kırk yaşında bir adam Fransızca yanıtladı sorumu. Bakın ne yapmışlar ona!

Cesedin ayaklarını ve bacaklarının bir kısmını kaplayan örtüyü çekti. Baldırları çıplak, şiş ve karaydı. Bağcıkları çözülmüş, siyah botlarının içindeki ayakları bileklerinden çok sert ve kalın bir iple bağlanmıştı (ipin ne kadar sert olduğu bıraktığı izlerden anlaşılıyordu). Yaklaşık üç metre uzunluğundaki ipi Bayan S. (Amerikalı) fotoğrafını çekebilsin diye biraz yana ittim. Kırk yaşındaki adama cesedin yüzüne bakıp bakamayacağımı sordum.

İsterseniz bakın, ama bunu kendiniz yapın.
Kafasını çevirmeme yardım eder misiniz?
Hayır.
Bu ipin ucundan tutup onu sokaklarda sürüklediler mi?
Bilmiyorum, bayım.
Kim bağladı onu böyle?
Bilmiyorum, bayım.
Komutan Haddad’ın adamları mı?
Bilmiyorum.
İsrailliler mi?
Bilmiyorum.
Kataebler mi?
Bilmiyorum.
Onu tanıyor muydunuz?
Evet.
Ölürken yanında mıydınız?
Evet.
Kim öldürdü onu?
Bilmiyorum.

Beni ve cesedi orada bırakıp elinden geldiğince hızlı yürüyerek ayrıldı. Biraz uzaklaştıktan sonra dönüp bana baktı ve bir yan sokağa sapıp gözden kayboldu.
Şimdi hangi sokağa girmeliydim? Elli yaşlarında adamlar, yirmi yaşlarında gençler, yaşlı Arap kadınları kolumdan tutup beni farklı yönlere çekiştiriyorlardı. Sanki her bir kolunda yüzlerce ölü olan, bir rüzgârgülüne kapılmıştım.
Şu sözleri, neden yazımın bu bölümünü seçtiğimi bilmeden eklemek istiyorum: “Fransızlar yavan bir deyim olan, “pis iş” sözcüğünü sık sık kullanırlar. İsrail ordusu “pis işlerini” nasıl Kataeblere ya da Haddad yanlılarına yaptırdıysa, İşçi Partisi de “pis işlerini” Likoud, Begin, Sharon ile Shamir’e yaptırdılar.” 19 Eylül Pazar sabahı hâlâ Beyrut’ta olan, Filistinli gazeteci R.’nin sözleriydi bunlar.
İşkence görmüş bütün bu kurbanların arasındayken, onların yanındayken zihnimde “görülmesi mümkün olmayan biri” var: İşkenceci nasıl biriydi? Kimdi o? Onu hem görüyorum, hem göremiyorum. Tam görüyorum dediğimde gözlerimi oymaya başlıyor, hiçbir şey göremiyorum. Bu işkencecinin görüntüsünü, ancak güneşin ve sinek bulutlarının saldırısı altında eriyen ölülerin duruşları, bacaklarının ve kollarının bükülüşleri ve tuhaf hareketleri çizebilir.
Lübnan’da iki tarafın da girmediği bölgeyi koruyan yabancı güçler, gitmeleri gereken resmi tarihten yirmi dört ya da otuz altı saat önce, Beşir Gamayel’in öldürülmesinden tam bir gün önce sanki kaçıyormuş gibi arkalarına bakmadan ülkelerine döndüler. İtalyanlar, Lübnan’a iki gün gecikmeli olarak gemiyle gelip Hercules uçaklarıyla buradan ayrıldılar; Amerikalı denizciler, Fransız paraşütçüler ve İtalyan bersaglieri ani bir şekilde bölgeyi terk etti. Bu durumda Filistinlilerin şu düşünceye kapılmaları mantıksız mıdır? “Amerikalılar, Fransızlar ve İtalyanlar, Kataeblerin üssünün bombalanmasına karışmış görünmemek için hızla Lübnan’dan ayrıldılar.”
Çok çabuk ve erken terk ettiler Lübnan’ı. İsrail kendisiyle sık sık övünüyor; çarpışmalardaki başarısıyla, ayrıntılı ön hazırlıklarıyla, koşulları kendi lehine çevirmesiyle ve kendi lehine olacak koşulları bizzat yaratmasıyla sürekli övünüyor. Duruma göz atalım: FKÖ, zafer kazandığı Beyrut’tan eskort gemilerin eşliğindeki Yunan bandıralı bir gemiyle ayrılıyor. Beşir, elinden geldiği kadar saklanarak İsrail’de Begin’i ziyaret ediyor. Üç ordu (Amerikan, Fransız ve İtalyan askerleri) korudukları bölgeden Pazartesi ayrılıyorlar. Salı günü Beşir öldürülüyor. Tsahal, Çarşamba sabahı Batı Beyrut’a geliyor. Beşir’in cenaze töreninin yapıldığı günün sabahında İsrail askerleri limandan geliyormuş gibi Beyrut’a giriyorlar. Sekizinci kattaki evimin penceresinden dürbünle baktığımda onları tek sıra halinde, birbirinin peşi sıra yürürken görüyorum. Hiçbir şey olmamasına şaşırıyorum; çünkü uzağa nişan alabilen iyi bir tüfekle hepsi öldürülebilirdi. Vahşetleri kendilerinden önce gelmişti kente.
Arkalarından da tanklar geliyor. Onların arkasında da cipler.
Bu uzun sabah yürüyüşünden yorgun düşen İsrailli askerler, Fransız Konsolosluğu’nun yanında duruyorlar. Önlerine geçen tanklar, doğrudan Hamra’ya giriyorlar. Askerler aralarında on metre bırakarak kaldırıma oturuyorlar; tüfekleri önlerinde, sırtları Konsolosluk’un duvarına dayalı. Uzun gövdeleri ile iki bacak eklenmiş boa yılanları gibi görünüyorlar gözüme.
Lübnanlı bir yazar bana şöyle dedi: “İsrail, Amerikalı temsilci Habib’e Batı Beyrut’a ayak basmayacağına ve özellikle Filistin kamplarındaki sivil halkın haklarına saygısızlık etmeyeceğine söz vermişti. Reagan’ın aynı sözü verdiği mektup hâlâ Arafat’ın elindedir. Habib büyük olasılıkla Arafat’a İsrail’deki dokuz bin tutuklunun salıverileceğine dair bir söz vermişti. Perşembe günü Şatila ve Sabra katliamları başladı. İsrail, kamplara düzen getirirken ortalığı “kan gölüne” çevirmekten kaçınacağını söylemişti. Ama her taraf birden “kan gölüne” döndü.”
Başka bir Lübnanlı da şunları söyledi: “İsrail, her türlü suçlamadan kendisini kolayca aklayacak. Avrupa’daki gazetelerde çıkan yazılarda daha şimdiden İsrail’in suçsuzluğundan söz ediliyor. Avrupalı gazetecilerden hiçbiri Şatila’da Perşembeyi Cumaya, Cumayı da Cumartesiye bağlayan gecelerde İbranice konuşulduğunu yazmayacaktır.”
Şatila’da cesetlerin üzerinden atlamadan yürümek mümkün değildi; her bir karesinde başka bir zorlukla karşılaşılan acı dolu bir kızmabirader oyunu oynuyor gibiydi insan. Oyunun sonunda ise Şatila ve Sabra topraklarının üzerinden grayderler geçiyor ve ortaya dümdüz bir mezarlık çıkıyordu. Birden Filistinli kadını gördüm, bir mucize gibi karşıma çıkmıştı. Saçları gri olduğuna göre yaşlı olmalıydı. Sırtüstü yatıyordu; molozların, tuğlaların, erimiş demir parçalarının üzerine öylece atılmış gibiydi. Bileklerini birbirine bağlayan, ip ve kumaştan yapılmış, örgü şeklinde, garip bağı görünce şaşırdım; sanki çarmıha geriyorlarmış gibi önce kollarını yukarıya kaldırmışlar, sonra bileklerini bağlamışlardı. Siyah ve şiş yüzü gökyüzüne bakıyordu; sineklerden kapkara olmuş ağzındaki dişler beyaz görünüyordu. Mimiksiz yüzünü buruşturmuş gibiydi, ama gülümsüyormuş gibi de görünüyordu, kesintisiz ve sessiz bir çığlık dudaklarından dökülüyormuş gibi bir hali de vardı. Siyah yün çoraplar vardı bacaklarında; pembe ve gri çiçekli elbisesini ya yukarı doğru çekmişlerdi ya da elbise çok kısaydı. Şişmiş, siyah baldırlarında mor ve eflatun yanakları ile uyum içinde mor lekeler vardı. Bunlar yara izleri miydi, yoksa güneşin altında çürümenin bedendeki doğal tahribatı mıydı?

Ona dipçikle mi vurdular?
Bakın bayım, ellerine bakın!
Ellerini fark etmemiştim. Elleri açık duruyordu ve on parmağı da kesilmişti, sanıyorum bir bahçe makasıyla. Makası bulduklarına büyük olasılıkla çok sevinen askerler, kadının parmaklarını şımarık çocuklar gibi gülüp bağıra çağıra şarkı söyleyerek kesmişlerdir.
Bakın, bayım!
Parmakların uçları, eklemleri ve tırnaklarıyla beraber yerde, tozun içindeydiler. Son derece doğal ve sıradan bir şey yapıyormuş gibi abartısız bir yüz ifadesi ile ölülerin uğradığı işkencenin izlerini bana gösteren genç adam, Filistinli kadının yüzünü ve ellerini bir kumaş parçası ile yavaşça örttü. Pürtüklü bir kartonu da bacaklarının üzerine koydu. Kadına baktığımda artık yalnızca üzerinde sineklerin uçuştuğu, pembe ve gri bir kumaş yığını görüyordum.
Üç genç adam beni bir sokağa götürdüler.
Siz içeri girin bayım, biz sizi dışarıda bekleyeceğiz.
Yıkılmış iki katlı bir evin ayakta kalan odalarından birine girdim. Huzurlu, insanı içeri çağıran, neredeyse mutluluk dolu diyebileceğim sıcak bir havası vardı odanın. Bir zamanlar insanların yaşadığı bir evin sıcak havasını şimdi o evden kalanlar yaşatıyordu. Yıkık duvarlarından birinin köşesini bürümüş yosun; ilk gördüğümde koltuk olduklarını düşündüğüm, sonra üçlü bir araba koltuğu (büyük olasılıkla eski püskü bir Mercedes’ten çıkartılmış) olduğunu anladığım üç büyük minder; bir kanepe ve üzerinde değişik çiçek desenleri olan, parlak renkli bir kumaş ile kaplı yastıklar; artık sesi duyulmayan küçük bir radyo ve mumları söndürülmüş iki büyük şamdan odanın bir zamanlar yaşanan bir mekân olduğunu gösteriyordu. Yerde boş mermi kovanlarından dokunmuş bir halı olmasına rağmen odada huzurlu bir hava vardı. Birden sanki cereyan yapmış gibi hızla kapı kapandı. Mermi kovanlarının üzerine basıp öbür odaya açılan kapının önüne geldim, kapıyı açmak için zorlamam gerekti. Kapıya bir bot sıkışmıştı; yüzükoyun yatan iki erkek cesedinin yanında sırtüstü yatan bir cesedin topuğu sıkışmıştı. Buradaki üç ceset de yine mermi kovanlarından dokunmuş başka bir halının üzerinde yatıyordu. Kovanlara basınca birkaç kez ayağım kaydı, az kalsın düşüyordum. Bu odanın arkasında başka bir kapı daha vardı. Bu kapının kolu yoktu, kilitli de değildi. Ölülerin üzerinden çukurların üstünden zıplar gibi atlayarak geçtim. Girdiğim bu üçüncü odada bir yatağın üzerinde üst üste yatan dört ceset vardı. Sanki her biri altındakini korumak için yatağa kapaklanmış ya da erotik bir sahne yaşamak için bu pozisyonu almıştı. Birbirine kalkan olan bu cesetlerden yayılan keskin, ama kötü olmayan bir koku odayı kaplamıştı. Artık kokuların ve sineklerin bana alıştığını düşünmeye başladım. Bu yıkıntıları kaplayan huzurlu havayı bozmuyordum.
Perşembe, Cuma ve Cumartesi geceleri kimse onları ziyaret etmedi herhalde, diye düşündüm.
Ama içimden bir ses benden önce birinin buraya girip ölüleri gördüğünü söylüyordu. Üç genç, beni evin bayağı uzağında bekliyorlardı, ağızlarını ve burunlarını mendille kapatmışlardı. Tam evden çıkarken tuhaf bir düşünce kapladı zihnimi ve gülümsemeye başladım. Bu kadar ölüye tabut yapacak sayıda marangoz ve tahtanın bulunamayacağını düşündüm. Neden tabut içinde gömüleceklerini düşünmüştüm ki? Ölü kadın ve erkekler Müslümanlardı; Müslümanlar kefen bezine sarılıp gömülürlerdi. Bu kadar çok sayıda ölü için kaç metre kefen bezi gerekecekti? Arkalarından kaç saat dua edilecekti? Birden burada duyulması gereken dua seslerinin eksikliğini hissettim.
Gelin bayım buraya, çabuk gelin!
Kapıldığım bu bir anlık tuhaf düşüncelerin etkisiyle adımlarımın hızlandığını söylemeliyim. Böyle tuhaf şeyler düşünmemde dün Filistinli bir kadın arkadaşımın söylediklerinin de payı var:
Anahtarlarımı (evinin anahtarlarından mı yoksa arabasının anahtarından mı söz ettiğini sormadım, “anahtarlarımı” dediğini anımsıyorum yalnızca) getirmelerini bekliyordum. O sırada yaşlı bir adam koşarak geçti. Nereye gittiğini sordum ona. Mezarcı olduğunu, mezarlığın bombalandığını ve onun için yardım aramaya gittiğini söyledi. Ölülerin kemikleri havada uçuşuyormuş. Yaşlı adam koşarken “Kemikleri toplamak için yardıma ihtiyacım var” dedi.
Bunu anlatan arkadaşım sanıyorum Hıristiyandı. Başka şeyler de anlattı bana:
Hava bombasının iki yüz elli kişiyi öldürdüğü gün bir sandık bulduk. Ortodoks Kilisesi’nin mezarlığında büyük bir çukur kazmışlardı. Sandığı cesetlerle doldurup o çukura boşaltıyorduk. Bombalar tepemizde patlarken toplayabildiğimiz cesetleri ve kopmuş organları elimizdeki sandığa dolduruyor, sonra gidip çukura döküyorduk.
Üç aydır insan ellerinin iki ayrı işlevi var: Gündüzleri hissetmeye ve dokunmaya, geceleri ise görmeye yarıyorlar. Elektrik kesintileri yüzünden herkes körlerin yaptığı alıştırmaları yapmak zorunda kaldı; insanlar, sekiz katlı binaların beyaz mermerden merdivenlerini geceleri düşmeden çıkabilmek için günde iki ya da üç kez çıkıp alıştırma yapıyorlar. Evlerdeki her boş kovaya su doldurduk. İsrailli askerler, Batı Beyrut’a girip yeni yaşamın kurallarını İbranice açıkladıklarından beri telefonlar da kesildi. Beyrut’un çevresindeki tüm yollar kapatıldı. Merkeba tankları kentte dolaşarak her yerin izlendiğini belli ediyorlardı; tankların belli bir yerde durmamasının bir nedeni de içindekilerin sabit bir hedef haline gelmekten korkmalarıydı. Batı Beyrut’ta saklanmayı başaran Morabitoune birliklerinin ve milislerin saldırılarından korkuyorlardı.
İsrail ordusunun kente girdiği günün ertesi günü kentteki özgür insanlar birer tutuklu olmuşlardı; ancak insanlar korkudan çok tiksinti duydukları işgal güçlerini görünce endişeye kapılmak yerine onları küçümsemeyi yeğlediler. Askerlerin hiçbiri ne gülüyor, ne de gülümsüyordu. Ne yumurta ile ne de çiçek ile karşılanmışlardı.
Beşir’in babası Pierre Gemayel, Lübnan televizyonuna çıktı. İnce yüzlü, gözleri içeri çökmüş, buğulu bakışlı, çok ince dudaklı bir adamdı. Yüzünde tek bir ifade vardı; çıplak vahşetin acı ifadesi yerleşmişti yüzüne.
Yollar kapandığından, telefonlar kesildiğinden beri dünya ile olan bağlantım kopmuştu; işte o anlarda yaşamımda ilk kez Filistinli olduğumu ve İsrail’den nefret etmeye başladığımı hissettim.
Beyrut-Damas yolunun yakınındaki stadyum bombardıman uçakları tarafından bombalanıp neredeyse yıkıntı haline getirilmişti; şimdi orada Lübnanlılar büyük olasılıkla kendi elleriyle tahrip ettikleri silahları İsrailli görevlilere teslim ediyorlar.
Benim oturduğum apartmanda herkesin bir radyosu var. Genelde Kataeb Radyosu’nu, Morabitounes Radyosunu, Amman Radyosu’nu, Kudüs Radyosu’nu (Fransızca yayın yapıyor) ve Lübnan Radyosu’nu dinliyoruz.
Filistinli bir milisin söyledikleri: “İsrail ile çok yönlü bağlantılarımız var. Bu bağlantılar ile bize bombalar, tanklar, askerler, sebze ve meyve geliyor. Yine bu bağlantılar sonucunda askerlerimiz, çocuklarımız Filistin’e gidiyorlar. Aramızda hiç bitmeyen bir ilişki var, onların toprakları ile bizim topraklar arasındaki gidip gelmeler hiç bitmiyor. Onların da dediği gibi, biz onlara İbrahim’in zamanından beri bağlıyız; onlar gibi biz de İbrahim’in çocuklarıyız, İbrahim’in soyundan geliyor, o dili konuşuyoruz… İşin kısası onlar bizim topraklarımızı işgal ediyorlar; bizi yutuyorlar, boğuyorlar ve sonra da bize sarılmak istiyorlar. Bizim kardeş çocukları olduğumuzu söylüyorlar. Onlara sırt çevirdiğimiz için üzülüyorlar. Aslında hem bize, hem de kendilerine kızmaları lazım.”
***
Devrimcilerin kendilerine has bir güzelliği olduğunu iddia etmek, beraberinde birkaç sorunu getiriyor. Yaşam koşullarının zor olduğu, yıkık dökük yerlerde yaşayan, yeni ergenliğe geçmiş çocukların yüzlerinin, bedenlerinin, hareketlerinin ve bakışlarının güzel olduğunu; bu halleriyle direnişçilere benzediklerini herkes bilir. Birçok insan kamp yerlerindeki çocukların böyle bir güzelliğe sahip olduğunu düşünür. Neden böyle düşündükleri şöyle açıklanabilir: Tenlerden eski kuralları çiğneyen, yeni bir özgürlük duygusu fışkırır ve babalar ile büyükbabalar gözlerdeki parıltıyı söndürmekte, şakaklardaki hareketi durdurmakta ve damarlarda akan kanın hızını kesmekte zorlanırlar.
1971 ilkbaharında Filistin üslerinde bu devrimci güzelliği, direnişçilerin özgürlüğü ile canlanan ormana yavaş yavaş egemen olmuştu. Kamplarda ise farklı bir güzellik vardı; kadınlardan ve çocuklardan yayılan daha sessiz bir güzellikti bu. Kamplar, çarpışmaların olduğu üslerden gelen ışıkla aydınlanıyordu. Kadınların nasıl bu kadar parlak bir güzelliğe büründüklerini anlatmak için uzun ve karmaşık bir tartışmanın kapısını aralamak gerekir. Filistinli kadınlar, direnişi sürdürürken ve devrimin olması ile yaşanacak değişiklikleri şimdiden kabul ederken erkeklerden ve çarpışma alanındaki direnişçilerden bile daha güçlü görünüyorlardı. Geleneklerine çoktan karşı gelmişlerdi: Erkeklerin gözlerinin içine bakıyor, peçe takmayı reddediyor, saçlarını tamamen kapatmıyor, bazen saçlarını hiç örtmeden dolaşıyor, sert bir ses tonuyla konuşuyorlardı. Çıktıkları bu yolda en kısa sürede yapmaları gereken, en basit eylem, şu an ne olduğunu bilmedikleri yeni düzene doğru ilerlemekti. Yeni düzen ile ilgili kesin fikirleri olmasa da kadınların özgürleşeceğini, erkeklerin de gururlu bir yaşama adım atacağını düşünüyorlardı. Devrim kahramanlarının hem karısı, hem annesi olmaya hazırdılar; şimdiye kadar devrimcilerin karısı ve annesi olmuşlardı zaten.
Ajloun dağlarındaki direnişçiler belki de rüyalarında kızları görüyorlardı; daha doğrusu her biri uyurken yanında kendisine sarılmış bir kız varmış gibi hareket ediyordu, silahlı direnişçilerin kahkahalarının ve bedenlerindeki zarafet ile gücün kaynağında bu hayal vardı. Devrim öncesi günlerin heyecanına belli belirsiz bir erotizm de eşlik ediyordu. Direnişçilerin bedenlerine düşen parlak kırağılar, hareketlerini zarifleştiriyordu.
Zayıf ama güçlü duran bir kadını Ajloun’da geçirdiğim bir ay boyunca, her gün gördüm. Kadını her gördüğümde yere çömelmiş oluyordu; And Dağları’ndaki Kızılderililier, siyah Afrikalılar, Tokyo’nun Dokunulmazları, pazar yerindeki Çingeneler gibi tehlike anında her an kalkıp koşmaya hazır bir halde yere çömeliyordu. Ağaçların altındaki çok çabuk inşa edilmiş, betonarme, küçük gözetleme evinin önünde yere çömelirdi. Ayakları çıplaktı, üzerinde kenarları ve kolları şeritli, siyah bir elbise vardı. Yüzünde ciddi, ama kaba olmayan; yorgun, ama bıkkın olmayan bir ifade vardı. Komandoların şefi, içinde çok az eşya olan odayı topladıktan sonra ona işaret ederdi. İşareti görünce odaya girerdi. Kapıyı arkasından çekerdi, kilitlemezdi. Sonra tek bir kelime söylemeden, gülümsemeden odadan çıkardı; çıplak ayaklarıyla Jerash’a kadar yürüyüp Beka kampına giderdi. Gözetleme evinde ona ayrılan odada iki siyah eteğini kaldırdığını ve eteklerinin astarlarına dikilmiş olan zarfları ve mektupları tek tek söküp onları paketledikten sonra kapıya bir kez vurduğunu biliyordum. Paketi komandoların şefine teslim edip tek kelime etmeden giderdi. Ertesi gün yine gelirdi.
Ondan daha yaşlı kadınlar, yuvamız dedikleri yerin kararmış üç taştan ibaret olduğunu söyleyip gülüyorlardı. Djebel Hussein’de (Amman) bu üç taşa “evimiz” diyorlardı. Bana üç taşı ve aralarında yanan ateşi gösterirken bir çocuğun ses tonuyla konuşup gülüşüyorlardı. “İşte darna” diyorlardı. Bu yaşlı kadınlar ne devrimde, ne de Filistin direnişinde yer alıyorlardı; onlar, umudunu yitirmiş neşenin ta kendisiydiler. Yaşlı kadınları aydınlatan güneş, gökyüzünde yavaş yavaş yer değiştiriyordu. Kolunuzun, parmağınızın gölgesi gitgide inceliyordu. Gölgeleri görüyor, ama bu gölgelerin kimin toprağının üzerinde olduğunu bilmiyordunuz. Fransa, İngiltere, Türkiye ve Amerika’nın benimsediği siyasi ve idari bir varsayıma göre Ürdün topraklarıydı burası. “Umudunu yitirmiş neşe”, tüm neşe türleri içinde en canlı olanıdır; çünkü en hüzünlüleridir. Yaşlı kadınlar, daha onlar on altı yaşındayken bile var olmayan bir Filistin’in özlemini çekiyorlardı; ama işte en sonunda onların da toprakları olmuştu. Toprağın ne üstünde, ne de altındaydılar; yaptıkları en küçük bir hareketin bile yanlış olduğu, tekin olmayan bir alandaydılar. Seksen yaşlarındaki, son derece hoş görünen bu trajedi kahramanlarının ayaklarının altındaki toprak sert miydi? Her geçen gün biraz daha yumuşuyordu bu toprak. İsrail tehdidi altındaki Hebron topraklarından kaçıp buraya geldiklerinde toprak sertti; Arapça konuşuyor, kendilerini duygularına bırakıp huzuru tadıyorlardı. Zaman geçtikçe sanki üzerinde yaşadıkları toprak değişti; toprağın değişimini körükleyen olaylar yaşanmıştı: Filistinliler artık katlanılması mümkün olmayan şeyler yapıyorlardı; o köylü Filistinliler, yer değiştirebileceklerini, harekete geçip koşabileceklerini, kâğıt oyunlarında kâğıtların yeniden ve farklı şekilde dağıtılması gibi, her gün havada uçuşan yüzlerce yeni hayalin peşinden gidebileceklerini ve silahları takıp sökerek kullanabileceklerini keşfetmişlerdi. Kadınların her biri sırayla konuşuyor. Gülüyorlar kendi aralarında. İçlerinden birinin şöyle dediği söyleniyor:
Kahramanlarmış! Ne saçma laf bu böyle! Ben onlardan beş altı tane doğurdum; hepsini kıçlarına şaplak atarak büyüttüm. Şimdi hepsi dağdalar. Onların kıçını temizledim ben. İyi bilirim onların kumaşını, istersem birkaç tane daha yaparım onlardan.
Güneş hâlâ mavi olan gökyüzündeki yolculuğunu tamamlamak üzere, ama hava serinlemedi hiç. Trajedi kahramanları anılarına dalıp hayaller kuruyorlar. Söylediklerinin önemini vurgulamak için cümlelerin sonunda işaret parmaklarını karşılarındakine doğrultuyorlar ve sert ünlülerin üzerine basarak konuşuyorlar. Ürdünlü bir asker yanlarından geçse gördüğü manzara karşısında büyülenirdi; çünkü kadınların cümlelerindeki ritim, ona Bedevi dansözlerin bedenlerindeki ritmi anımsatırdı. İsrailli bir asker sözlerini anlamadığı bu tanrıçalar ile karşılaştığında ise otomatik tüfeğindeki mermileri onların kafasına boşaltmakla yetinirdi.
***
Şatila’nın harabeleri arasında dolaşırken aslında ortada yıkıntıdan eser olmadığını, çünkü Şatila’dan geriye hiçbir şey kalmadığını görüyorum. Suskun birkaç yaşlı kadın, üzerine çivi ile beyaz bir kumaş parçası asılmış olan kapılarını kapayarak saklanıyorlar. Milisler de yok ortalıkta; bir tek Damas’ta çok genç milisler gördüm.
İçine doğduğunuz topluluktan başka bir toplulukta yaşamayı bilinçli bir karar doğrultusunda seçebilirsiniz; ama bir halkın parçası olma duygusunu istem dışı hissedersiniz, adil olmayan davranışlara duyduğunuz tepki yüzünden bu duyguya kapılmış olabilirsiniz, ancak adaleti ve o halkı koruma isteğiniz tepkisel bir istek değildir, söz konusu halka içgüdüsel, duygusal ve duyarlı bir yakınlık duyduğunuz için kendinizi onun bir parçası gibi hissedersiniz. Ben bir Fransızım, ama tüm kalbimle Filistinlilerin yanındayım, onları savunuyorum. Onların da kendilerini savunmaya hakları var. Ama bu noktada aklıma bir soru takılıyor: Filistinliler uğradıkları adaletsizlikler yüzünden göçebe bir halk konumuna düşmeselerdi, ben onları bu kadar çok sever miydim?
Batı Beyrut’taki binaların hemen hemen hepsi bombalardan hasar görmüş. Farklı şekillerde hasar görmüşler: Bazılarını sanki etrafındakilere kayıtsız, vahşi canavar King-Kong avucuna almış ve sıkıvermiş; çok katlı birkaç binanın ise son üç dört katı şık bir biçimde öne eğilmiş, binalar Lübnan kumaşından dikilmiş üstü kabarık bir elbise gibi duruyorlar. Bir binanın ön cephesi hasarsızsa, kesinlikle arka cephesi mermi delikleriyle doludur. Binanın dört cephesi de hasarsızsa, uçaktan atılan bomba binanın ortasına düşmüş, merdiven ve asansör boşluğunda kocaman bir delik açmıştır.
İsraillilerin Batı Beyrut’a gelmesinden sonra S. bana şöyle dedi: “Akşam olmuştu, sanıyorum saat yediydi. Birden şangırtı sesleri duyuldu. Hepimiz, kız kardeşim, onun kocası ve ben balkona koştuk. Etraf çok karanlıktı. Yüz metreden daha yakın bir mesafede ışıklar görüyorduk. Bizim apartmanın tam karşısında İsraillilerin komuta merkezine benzer bir yerleri olduğunu biliyorsun. Dört tank, askerler ve subaylar tarafından işgal edilmiş bir ev ve çok sayıda nöbetçi vardır orada. Her yer kapkaranlıktı. Şangırtı sesleri yaklaşıyordu. Gördüğümüz ışıklar, fenerlerin ışıklarıydı. On iki, on üç yaşlarındaki kırk ya da elli çocuktan oluşan bir grup, ellerindeki taşlar, çekiçler ya da başka aletlerle küçük demir kovalara ritimle vurarak geliyorlardı. Yürürken bir yandan da ritimli bir şekilde bağırıyorlardı: Lâ ilâh illâ Allah, Lâ Kataeb ve lâ yahud (Allah’tan yüce varlık yoktur, ne Kataebler, ne de Yahudi olmayanlar için)”

H. de şöyle dedi: “Sen 1928’de Beyrut’a ve Damas’a geldiğinde, Damas yıkıntılar içindeydi. General Gouraud ile birlikleri, Faslı ve Tunuslu askerler Damas’ı bombardımana tutmuş, kenti yıkıp geçmişlerdi. Peki Suriyeliler bu işte kimi suçladılar?”
Ben: Suriyeliler Damas’ta olan katliamlar ve yıkımlardan Fransızları sorumlu tuttular.
O: İsraillileri Şatila ile Sabra katliamları yüzünden suçluyoruz. O katliamlardan yalnızca İsraillilerin yardımcı kuvvetleri Kataebleri sorumlu tutamayız. İsrail, iki bölük Kataeb askerini kamplara soktuğu, onlara emir verdiği, üç gün üç gece boyunca emirleri yerine gelsin diye onları cesaretlendirdiği, onlara yiyecek ve içecek getirdiği ve geceleri kampları aydınlattığı için suçludur.”
Tarih öğretmeni olan H. konuşmaya devam etti: “1917’de İbrahim’in aldığı darbenin aynısı yaşandı; başka bir deyişle İbrahim’in zamanında Tanrı’nın oynadığı rolü Lord Balfour oynadı. Museviler eskiden de şimdi de aynı şeyi söylüyorlar: Tanrı, İbrahim’e ve çocuklarına güzel topraklar vaat etmişti; ama Musevilerin Tanrısına ait olmayan bu topraklarda (orada bir sürü başka Tanrı vardı), kendi Tanrıları olan Canaanlılar yaşıyordu. Canaanlılar, Joshua’nın askerleriyle savaşıp onlardan Musevilerin ünlü sandıklarını çaldılar. O sandık olmadan Musevilerin savaşı kazanması mümkün değildi. 1917’de İngiltere Filistin’e (o güzel toprağa) henüz sahip değildi, çünkü Filistin’i İngiltere’nin mandası yapan anlaşma imzalanmamıştı.”
Begin, ülkeye geldiğini söylüyor.
“Çok Uzun Bir Yokluk” diye bir film vardır. O Polonyalıyı, Kral Süleyman’ın mirasçısı olarak mı görüyorsunuz?
Kamplarda geçirdikleri yirmi yıllık sürgün hayatları boyunca sığınmacılar, düşlerinde hep ülkelerini, Filistin’i gördüler; hiçbiri İsrail’in ülkelerini baştan aşağı değiştirdiğini, arpa tarlalarının olduğu yerde şimdi bir bankanın bulunduğunu, üzüm bağlarının yerinde ise elektrik santralinin olduğunu ne düşünmeye ne de söylemeye cesaret etti.
Tarlanın girişini değiştirecek miyiz?
İncir ağacının yanındaki duvarın bir bölümün yeniden örmemiz lazım.
Bütün tencereler paslanmış olmalı; zımpara kâğıdı alalım.
Ahıra neden elektrik bağlamıyoruz?
Elle işlenmiş elbiselerin devri bitti artık; sen bana bir dikiş makinesi, bir de nakış makinesi getir.
Kamplardaki yaşlı insanların hali perişandı; belki Filistin’de olsalar da iyi durumda olmayacaklardı. Kamptayken yüreklerini kaplayan yurt özleminin sihirli bir yanı vardı. Yurt özlemi, kampları büyülü, güzel bir yer haline getirmişti. İnsanların kamplardan üzüntü duyarak ayrıldıkları kesin değil. Bir şeyin eksikliğini çok uzun zaman duyan insan, bir süre sonra geçmişte yaşamaya başlar. Bunu bilen ve acıyı tadan insan, başkaları ile paylaşamayacağı, uç noktalarda bir neşeyi tek başına yaşar. Ürdün’deki taşlık dağ eteklerine kurulmuş kamplar, çıplak görünüyorlar; ama etraflarında daha da kötü görünen yerler var: içlerinde gururlu insanların yaşadığı kulübeler ve delik çadırlar. İnsanların gözle görünür sefaletlerini sevip onunla gurur duyabileceklerine inanmayanlar, insan doğasını hiç tanımamışlardır. Gözle görünür sefaletin arkasında bir zafer gizli olduğu için gururludur o insanlar.
Şatila Kampı’ndaki ölülerin yalnızlığı daha etkileyiciydi; çünkü onların bedenlerine kendi iradeleri dışında müdahale edilmişti ve o zavallı bedenler garip biçimler almışlardı. Değişik şekillerde öldürülmüş insanlar. Terk edilmiş ölüler. Ama kampta bizim etrafımızda şefkat, sevgi ve ilgi sözcüklerinden başka bir şey duyulmuyor; Filistinliler ölülerini ararken, hiçbir zaman cevap veremeyeceklerini bile bile onlara sesleniyorlar.

Kamplardaki sivil halka dokunulmayacağına söz veren Reagan, Mitterrand ile Pertini’ye inanıp Arafat ile beraber giden anne babalara şimdi bunu nasıl söyleyeceğiz? Çocukların, yaşlıların, kadınların katledilmesine ve cesetlerinin öylece başlarında bir dua bile okunmadan ortada bırakılmasına kimsenin sesini çıkarmadığını nasıl söyleyeceğiz onlara? Ölülerinin nereye gömüldüğünü bilmediğimizi nasıl söyleyeceğiz?

Katliamlar sessizce karanlıkta yapılmadı. İsrail fişekleri ortalığı aydınlatmıştı; İsrailliler, Perşembe akşamından beri kulaklarını açmış, Şatila’dan gelecek sesleri duymayı bekliyorlardı. Gürültülü partiler, şölenler düzenlemişti askerler; etraflarını saran ölüm de onların neşesine neşe katıyordu. İçtikleri şaraptan, duydukları nefretten ve özellikle de onları dinleyen, cesaretlendiren, kimi zaman azarlayan, gözlerini onlara diken İsrail ordusunun hoşuna gitmenin verdiği zevkten sarhoş olmuşlardı. İsrail ordusunu ne onlara bakarken, ne de onları dinlerken gördüm. Ama o ordunun yaptıklarını gördüm.

Ortada değişik iddialar vardı: “İsrail, Beşir’i öldürerek ne kazanacaktı? Sorunun yanıtı: “Beyrut’a girip düzeni sağlamak ve kentin kan gölüne dönmesini önlemek için Beşir’i öldürdü.”

İsrail, Şatila katliamını yaptırarak ne kazandı?

Bu sorunun yanıtı çok açık: “Neden Lübnan’a girdiler? İki ay boyunca neden sivil halkı bombaladılar? Filistinlileri kovalayıp öldürmek için yaptılar bunu. Neden Şatila’da katliam düzenlediler? Yanıt yine aynı: Filistinlileri mahvetmek.”
İsrail, insanları öldürüyor; ölüleri bile yeniden öldürüyor. Şatila’yı yerle bir ediyor. Üzerinden tanklarıyla geçtiği bu toprakların fiyatını da arttırıyor; yıkıntılarla kaplı arazinin metrekare fiyatı yükseliyor. Ama tabii arazi artık “temizlenmiş” olduğuna göre bu yüksek fiyatı hak ediyor.

Bu yazıyı Beyrut’ta yazıyorum; burada ölüm çok yakınımda olduğu, her yerde karşıma çıktığı için daha gerçek duygularla yazıyorum, Fransa’da olsam bu duyguları hissedemezdim. Sanki burada yaşananların, bir örnek oluşturmasını, dokunulmaz olmasını, önemsenmesini istemiyorlar. Baskıcı bir zorba olan İsrail, sakin bir ifade ile insanlara bu olayla ilgili istediklerini düşünmelerini söylüyor.

“Yeryüzündeki en acı çekmiş halk olmayan Yahudiler (And Dağları’ndaki Kızılderililer, çok daha derin bir acı ve sefalet içinde yaşadılar), bir soykırımın kurbanı olduklarını iddia ediyorlar. Oysa Amerika’daki zengin ve fakir Yahudiler, “seçilmiş” halkın neslini devam ettirmek için sperm bankaları kuruyorlar. Planlanmış, başarılı bir dönüşüm hareketi sonucunda İsrail, zamanımızın çirkin, sömürgeci gücü haline geldi. Uzun zamandır taşıdığı lanet ve ona verilen özel konum nedeniyle Yüksek Mahkeme görevini yürüten bu baskıcı gücü taklit etmeye cesaret eden çok az ülke var. Çirkin bir güç haline gelen İsrail, tarihinde bir kez daha hoşgörü sınırlarını o kadar zorladı ki dünyadaki herkesin gözü ona çevrildi ve herkes onu suçlamaya başladı. Geçmişlerinde aşağılanarak o ülkeden öbürüne göç eden, gizli güçlere sahip bir ulus olan İsraillilerin, yine o konuma düşmeyi mi istediklerini insan gerçekten merak ediyor. Bu kez kendisinin artık kurban konumundan çıkıp katleden konumuna geçtiği katliamlar ile yine dünyanın dikkatini üzerine çekti; bir zamanlar “yeryüzünün tuzu” olduğunu iddia eden bu ulus, yine eskiye dönüp o imgenin ardına saklanmak istiyor herhalde.”

Bu yolda nasıl da hızla ilerliyor!

“Sovyetler Birliği ve Arap ülkeleri, korkak davranıp bu savaşa girmek istemediklerine göre İsrail’in tüm dünyanın gözü önünde, apaçık ortada olan verilerin eşliğinde bir deli olarak görünmesinden rahatsız olmuyorlar. Bundan nasıl rahatsızlık duymazlar?”
Sorulması gereken başka sorular da var:

İsrailliler, kampı aydınlatmak, seslere kulak vermek, çok sayıda silahın (o kadar çok silah patlamış ki on binlerce boş kovanın üzerine basmak zorunda kaldım) birbiri ardı sıra patlamasını beklemekten başka bir şey yapmadıklarına göre, kimler ateş etmişti? Kim ateş edip kendisini tehlikeye sokmuştu? Falanjistler mi? Haddas yanlıları mı? Kim yapmıştı bunu? Kaç asker sorumluydu bundan?
Bu kadar insanı öldüren silahlar şimdi nereye kaybolmuşlardı? Kendisini savunanların silahlarına ne olmuştu? Kampın gezdiğim bölümünde tank ateşine karşı kullanılan, hiç ateşlenmemiş, iki silahtan başka silah görmedim.
Katiller kamplara nasıl girdiler? İsrailliler, Şatila’nın bütün giriş noktalarını tutmuşlar mıydı? İsrailliler daha Perşembe gününden kampın giriş kapılarından birinin karşısındaki Akka hastanesine yerleşmişlerdi.
Gazetelerde İsraillilerin katliamı haber alır almaz Şatila Kampı’na girip, katliamı hemen (Cumartesi günü) durdurduğu yazıldı. Peki, İsrailliler kampa girdiklerinde karşılaştıkları katillere ne yaptılar? Katiller nereye gittiler?
Beyrut’un yüksek burjuva sınıfından Bayan B., Beşir Gamayel’in ve yirmi arkadaşının öldürülmesinden ve katliamlardan sonraki günlerin birinde, Şatila’dan geldiğimi duyunca beni görmeye geldi. Elektrik olmadığı için sekiz kat merdiveni tırmandı. Bayan B., yaşlıca, hoş bir kadındı.
Beşir’in öldürülmesinden ve katliamlardan önce bana çok kötü şeylerin olacağını söylemiştiniz. Ne kadar haklıymışsınız!
Sizden rica ediyorum, bana Şatila’da gördüklerinizi anlatmayın. Sinirlerim çok zayıf, daha kötü şeyler olacak, bunu biliyorum ve onlara katlanabilmem için sinirlerimi korumam gerekiyor.
Bayan B., yetmiş yaşındaki kocası ve hizmetçisi ile beraber Ras Beyrut’ta geniş bir apartman dairesinde yaşıyor. Çok şık. Çok bakımlı. Evindeki mobilyalar, XVI. Louis tarzı.
Beşir’in İsrail’e gittiğini biliyorduk. Hata yaptı oraya gitmekle. Seçilmiş bir devlet başkanıysanız o insanlarla görüşmezsiniz. Başına kötü bir şey geleceğinden emindim. Ama bu konuda hiçbir şey bilmek istemiyorum. İleride olacak daha kötü olaylara katlanabilmek için sinirlerimi korumalıyım. Beşir, Bay Begin’in ona sevgili arkadaşım diye seslendiği mektubu geri göndermeliydi.
Suskun hizmetçileriyle yaşayan yüksek burjuvazi, yaşananlara dayanmak için kendisine özgü yöntemler geliştirmiş.
Bayan B. ile kocası “reenkarnasyona inanmıyorlar”. İsrailli olarak yeniden doğabileceklerine inanmaları mümkün mü?
Beşir’in gömüldüğü gün, İsrail ordusu Batı Beyrut’a girdi. Patlama sesleri gittikçe içinde bulunduğumuz binaya yaklaşıyordu; herkes sığınağa inip, kuytu bir yere saklanıyordu. Elçiler, doktorlar, Birleşmiş Milletler’in Lübnan temsilcisi ve onların karıları, kızları, hizmetçileri, herkes sığınağa indi.
Carlos, bana bir yastık getirin!
Carlos, gözlüklerim lütfen!
Carlos, su verin bana!
Hizmetçiler Fransızca bildikleri için sığınağa alınıyorlar. Belki de onları da korumak gerektiği için sığınağa kabul ediliyorlar; yaralanırlarsa her şey daha zor olacak, onları hastaneye ya da mezarlığa götürmek gerekecek ve bu işler de burada hiç kolay olmuyor.
Şatila ile Sabra kampları, çok uzun, daracık sokaklar ile kaplıdır. Kilometrelerce uzanan bu sokaklar o kadar dardır ki iki kişinin yan yana yürümesi için birinin yan dönmesi gerekir. Sokaklarda yürüyenler, molozlara, çimento parçalarına, tuğlalara ve rengârenk, pis kumaş parçalarına basmak zorundadırlar. İsraillilerin fişeklerle kampı aydınlattıkları gecelerde çok iyi silahlanmış olsalar bile on beş ya da yirmi askerin bu katliamı yapmış olması mümkün değil. Katiller basmıştı kampı, ama yalnız değillerdi; yanlarında, insanların kafalarını uçuran, baldırlarına bıçaklarla çizikler atan, kollarını, ellerini ve parmaklarını kesen, bilinçlerini yitirmiş, ölmek üzere olan kurbanlarını ipe bağlayıp yerlerde sürüyen işkenceciler de vardı. Her yer kan gölüne döndüğü için zavallı kadınların ve adamların henüz son nefeslerini vermeden yerlerde sürüklendikleri açıktı; bir evin koridorunu kaplayan, kapı eşiğine kadar uzanıp, oradan çıkarak evin önündeki tozlu yola karışan, kurumuş kan gölünün hangi bedenden aktığını tahmin etmek bile imkânsızdı. Bir Filistinli’nin kanı mıydı? Bir kadın mıydı burada işkence edilerek öldürülen? Yoksa bir Falanjist mi öldürülmüştü?
Paris’teyseniz ve kampların fiziki koşullarını bilmiyorsanız duyduğunuz her şeyden kuşku duyabilirsiniz. Katliamı ilk haber verenlerin, Kudüslü gazeteciler olduğunu söyleyen İsrail’e inanabilirsiniz. Bu gazeteciler olanları Arap ülkelerine kendi dillerinde nasıl anlattılar? Olanları İngilizce ve Fransızca nasıl anlattılar? Tam olarak ne zaman anlattılar bu katliamları? Batı’da şüpheli bir ölümle karşılaşıldığında neler yapıldığını düşünün! Parmak izleri alınır, balistik incelemeler yapılır, uzmanlar ve bilirkişiler raporlar hazırlar ve otopsi yapılır. Ancak çok sayıdaki bu şüpheli ölümler, bunların hiçbirini hak etmedi herhalde. Beyrut’ta Lübnan ordusu katliamların haberini alır almaz kamplara girip, her şeyi yok etti; evlerden ve bedenlerden arta kalan her şeyi ortadan kaldırdı. Bu kadar acele etmelerini onlara kim emretti? Kameralar vahşetin boyutunu gözler önüne serdikten sonra tüm dünyaya şu bilgi verildi: Hıristiyanlar ve Müslümanlar birbirlerini öldürdüler.
İsraillilerin yerleştiği Akka Hastanesi, Şatila Kampı’nın kapılarından birinin iki yüz metre değil, yalnızca kırk metre uzağındaydı. Bu mesafeden hiçbir şey görmemiş, duymamış, neler olduğunu anlamamıştı İsrailli askerler.
İsrailli askerlerin olaydan habersiz olduğunu düşünüyoruz; çünkü Begin, İsrail Meclisi’nde şunları söylüyor: “Yahudi olmayanlar, yahudi olmayanları katletti; bundan bize ne?”

Şatila’da gördüklerimi anlatmaya devam etmeliyim. Pazar günü öğleden sonra ikide Uluslararası Kızıl Haç Örgütü buldozerler ile kampa girdiğinde gördüğüm son cesetlerden söz edeceğim. Ölüm kokusu ne evlerden, ne de cesetlerden geliyordu; benim bedenim, benim varlığım yaymaya başlamıştı sanki bu kokuyu. Dar bir sokakta gördüğüm cesedin siyahi bir boksöre ait olduğunu düşündüm; bir duvarın dibinde yere yığılmıştı, yüzünde yenildiğine şaşırmış, gülümseyen bir ifade vardı. Kimsenin kapamaya cesaret edemediği, yuvalarından çıkmış, porselen beyazlığındaki gözlerini bana dikmişti. Yenildiğine çok şaşırmış bir halde kolunu kaldırmış, duvara yaslamıştı. İki ya da üç gün önce ölmüş bir Filistinliydi. Onu ilk gördüğümde siyahi bir boksör sanmamın nedeni, kafasının güneşin altında, evlerin gölgesinde gördüğüm bütün kafalar ve bedenler gibi kocaman, şiş ve siyah olmasıydı. Ayaklarının yanından geçerken her yeri kaplayan tozun içinde üst damağa takılan, takma dişler gördüm; onu alıp bir pencere pervazının kalıntılarının üzerine koydum. Filistinlinin eli açılmış, güneşe doğru çevrilmişti, ağzı açıktı, kemersiz pantolonunun önü de açıktı; açık eli, ağzı ve pantolonu sinekler için bulunmaz hazinelerdi, bir arı kovanı gibi işliyorlardı, sineklerin biri konup öteki kalkıyordu.

Bir cesedin üzerinden atladım. Sonra da hemen bir başka cesedin üzerinden atlamak zorunda kaldım. İki cesedin arasındaki bu tozlu alanda kıyıma kurban gitmemiş, yarısaydam pembe renkte, takma bir bacak gördüm. Plastikten yapılmış gibi görünüyordu, ucunda siyah bir bot ve gri bir çorap vardı. Sakat birinden vahşice koparıldığı açıktı; çünkü bacağın baldıra takılmasını sağlayan kayışların her biri kopmuştu.
Bu takma bacak, üzerinden atladığım ikinci ölüye aitti. O ölüden geriye takma bir bacak, siyah bir bot ve gri bir çoraptan başka bir şey kalmamıştı.

Üç ölü gördüğüm sokağı dik olarak kesen başka bir sokakta bir ölü daha gördüm. Sokağın önünü tam kapamamıştı, ama sokağa girer girmez önce onu görüyordunuz. Üzerinden atladıktan sonra geri dönüp baktığımda Arap elbiseleri giymiş bir kadının sesleri çıkmayan genç kadın ve adamların çevrelediği sandalyeye oturup hıçkırarak ağladığını gördüm. Kadın on altı yaşında da olabilirdi, altmış yaşında da olabilirdi; görüntüsüne bakıp buna karar vermek mümkün değildi. Sokağın başında yatan erkek kardeşi için ağlıyordu. Yaklaşıp yakından baktım ona. Başörtüsünü çenesinin altından bağlamıştı. Hemen yanında ölü yatan kardeşinin ardından gözyaşı döküyor, onun için ağıt yakıyordu. Yüzü pembeydi; teni bir çocuğunki gibi yumuşak ve pembeydi. Ama ne kaşı, ne de kirpiği vardı. Pembe olarak gördüğüm doku, teni değildi; kenarında gri çizgilerin olduğu alt deriyi görmüştüm. Kadının bütün suratı yanmıştı. Nasıl yandığını bilmiyordum; ama bu işi kimin yaptığını biliyordum.

Ölülerle ilk karşılaşmamda onları saymaya çalıştım. Keskin kokuyu soluyup güneşin altında tökezleyerek yıkıntıların arasında yürümeye çalışırken on iki ya da on beşinci ölüden sonra artık saymayı bıraktım, çünkü kafamda her şey karıştı.
Pencerelerinden kuştüyü yağan, delik deşik olmuş bir sürü eve kayıtsızca baktım. Batı Beyrut’ta ve Şatila’da gördüklerim ise farklıydı; onlar korkunun resmiydiler. Yollarda gördüğüm ölüler artık bana tanıdık gelmeye başlamıştı, dostça bana baktıklarını düşünüyordum. Ama kamplardaki ölülere baktığımda, onları öldürenlerin duyduğu zevkten ve nefretten başka hiçbir şeyi hissedemiyordum. Kamplarda barbarlar, kutlama yapmışlardı; Akka Hastanesi’nin en üst katında zevkten dört köşe olmuş, onları seyreden röntgenciler için nefret, sarhoşluk, dans, şarkı, küfür, ağlama ve inleme sesleriyle dolu bir parti vermişlerdi.

Cezayir Savaşı’ndan önce Fransa’da insanlar Arapları güzel bulmazlardı. Tavırları çirkindi, ortalıkta aylak aylak gezerlerdi, ağızları yamuktu; ama sonra birden kazandıkları zafer onları güzelleştirdi. Zaferleri kesinleşmeden çok kısa bir süre önce, yarım milyondan fazla Fransız askeri Aures’da ve Cezayir’in her tarafında can çekişip ölürken Arap işçilerinin yüzlerinde ve bedenlerinde bir değişiklik oldu: Tenlerindeki ve bizim gözlerimizdeki pullar en sonunda birer birer döküldüğünde bizi büyüleyecek, henüz çok narin olan güzelliklerinin ortaya çıkacağını hissettiler. Onların, oldukları gibi görünebilmek, insanların gözünde güzel olabilmek için siyasi olarak özgürleştiklerini kabul etmek gerekiyordu. Aynı şekilde mülteci kamplarından, bu kampların ahlak kurallarından ve düzeninden, hayatta kalmak için benimsemek zorunda kaldıkları ahlaki yaklaşımdan ve utançtan kurtuldukları an direnişçiler de çok güzelleşecekler. Yüzlerini ve bedenlerini kaplayan yeni, masum ve taze güzellik o kadar canlı olacak ki hemen utançtan kurtulup, dünyadaki başka güzellikler ile uyum içinde yaşamaya başlayacaklar.
Geceleri Pigalle’de yürüyen Cezayirli pezevenkler, Cezayir Devrimi için çalışıyorlardı. Erdem vardı orada. Hannah Arendt devrimleri ikiye ayırmıştı: özgürlük için yapılanlar ve erdem için yapılanlar. Belki de devrimlerin ve tüm özgürleşme hareketlerinin gizli bir amacı daha olduğunu kabul etmeliyiz. Devrimler ve özgürleşme hareketleri, yalnızca “güzellik” sözcüğü ile ifade edilebilen, elle tutulamayan, o yüce görüntüyü keşfetmek ya da tekrar ele geçirmek istiyorlar. “Güzellik” sözcüğü ile başka anlamların da ifade edilebildiğini unutmamalıyız; geçmişteki sefaletten ve utançtan sorumlu sistemler ile o sistemlerin insanlarının uyandırdığı alaycı bir küstahlık da bazıları tarafından güzellik olarak görülebilir. Ancak alaycı bir küstahlığa sığınanlar, insanların utançtan kurtuldukları an ilerleyeceklerini çok iyi bilirler.
Bu yazıda asıl sormamız gereken soru şu: Yüzlerden ve bedenlerden onları çirkin kılan ölü deriyi atmayı başaramayan bir harekete devrim adını verebilir miyiz? Düz anlamı ile güzellikten söz etmiyorum; bedenlerin, yüzlerin, çığlıkların ve artık iç karartıcı olmayan sözlerin, elle tutulamayan, adlandırılamayan neşesinden söz ediyorum; o kadar güçlü ki bu duygusal neşe, erotizmin hiçbir türünü çevresinde barındırmak istemiyor.

***

İşte yine Ürdün’de, Ajlun’dayım, oradan İrbid’e geçiyorum. Kazağıma düşen beyaz saçlarımdan birini elime alıp yanımda oturan Hamza’nın dizine koyuyorum. Saç telimi başparmağı ile ortaparmağının arasında tutup gülümseyerek ona bakıyor, sonra onu ceketinin cebine koyuyor, elini cebinin üzerine götürüp şöyle diyor:

Peygamberin sakalının bir telinden bile daha değerli.
Derin bir soluk alıp konuşmaya devam ediyor:

Peygamberin sakalının teli bunun kadar değerli değil.
Daha yirmi iki yaşındaydı, ama kırk yaşındaki Filistinlilerden çok daha derin düşünebiliyordu. Bedeninde ve hareketlerinde onu atalarına bağlayan izler hemen görülüyordu.
Eskiden çiftçiler burunlarını ellerine silerlerdi. Sonra da parmaklarının bir hareketiyle sümüklerini otlara fırlatırlardı. Bir de çizgili ceketlerinin kollarına silerlerdi burunlarını; ceketlerin kolları bir ay içinde sedef gibi parlamaya başlardı. Direnişçiler de aynısını yapıyorlar. Enfiye çeken markiler ve papazlar gibi biraz öne eğilip öyle siliyorlar burunlarını. Ben de onlar gibi yaptım; farkında olmadan öğrenmiştim burnumu nasıl silmem gerektiğini.
Peki kadınlar ne yapıyorlar? Gece gündüz elbise işlemekle uğraşıyorlar; işledikleri yedi elbisenin kumaşını (haftanın her günü için bir elbise) ailelerinin seçtiği, genellikle yaşlı olan kocaları nişan hediyesi olarak getirirdi. Filistinli kadınlar, sancılı bir uyanış dönemi geçirdiler. Babalarına karşı ayaklanıp nakış iğnelerini ve makaslarını bırakan genç kızlar birden güzelleştiler. Devrim ve silahlar ile özgürleştirilen duygular, Ajlun Dağları’na, Salt’a, İbrid’e ve ormanlara yayılmıştı. Silahların önemini unutmayalım. Duyguların özgürleşmesiyle herkes mutlu olmuştu. Direnişçiler farkında olmadan (farkında olmadıkları doğru mu?) yeni bir güzelliğe bürünmüşlerdi; zarif ve hızlı hareketler, göze çarpan yorgun haller, bakışlarındaki parıltı, pürüzsüz ses tonları ile ağızlarından dökülen yumuşak ve kısa cümleler… Kesin ifadeler kullanıyorlardı cümlelerinde. Uzun cümleleri, bilgece yapılan laf salatalarını çoktan öldürmüşlerdi.
Şatila’da çok direnişçi öldü; onların çürüyen bedenlerine karşı büyük bir dostluk ve sevgi duyuyordum, çünkü ben onları tanımıştım. Bedenleri ne kadar kararmış, şişmiş ve güneş ile ölümün el ele vermesiyle çürümüş de olsa onlar hep direnişçiler olarak kalacaklardı.
Pazar günü öğleden sonra ikiye doğru Lübnan ordusundan üç asker silahlarını doğrultarak yanıma gelip beni içinde bir subayın uyukladığı cipe götürdüler. Subayla konuşmaya çalıştım:
Fransızca biliyor musunuz?
İngilizce.
Sert bir ses tonuyla konuşuyordu; belki de onu aniden uyandırdığım için böyle konuşuyordu.
Pasaportuma baktı. Fransızca şunu söyledi:
Oradan mı geliyorsunuz? (Parmağı Şatila’yı gösteriyordu.)
Evet.
Gördünüz mü?
Evet.
Yazacak mısınız?
Evet.
Pasaportumu geri verdi. Gitmemi işaret etti. Üç asker, bana doğrulttukları silahları indirdiler. Şatila’da dört saat kalmıştım. Yaklaşık kırk ceset görmüştüm bu süre içinde. Cesetlerin hepsi (istisnasız tümü) işkence görmüştü; büyük olasılıkla coşku, şarkılar, kahkahalar, barut ve o anda bile duyulan leş kokusunun eşliğinde işkenceye uğramışlardı.
Oradaki tek Avrupalı bendim. Çevremde yalnızca ellerinde yırtık, beyaz bir kumaş parçası tutan birkaç yaşlı Filistinli kadın ve silahsız birkaç genç direnişçi vardı. Kan gölüne dönmüş kampı ve yerde yatan, kararmış, şişmiş Filistinlileri gördüğümde etrafımda bu beş altı kişi olmasaydı kesinlikle delirirdim. Belki de o manzarayı görünce delirmiştim, ama bunun farkında değildim. Gerçekten harabeye dönmüş kenti görüp, onun sokaklarında yürümüş müydüm; ölüm kokusu üzerime sinen bu kente gerçekten gitmiş miydim?
Şatila ile Sabra kamplarının ancak yirmide birini dolaşarak, Bir Hassan ile Bourj el Barajne kamplarına adım bile atmadan bu dehşet verici manzara ile karşılaştım.
***
Ürdün’deki günleri bir peri masalı gibi yaşamamın nedeni, benim kişisel eğilimlerim değildi. Avrupalılar ve Kuzey Afrikalı Araplar, bana onları oraya hapseden büyüden söz ettiler. Orada geçirdiğim altı ay boyunca, aydınlıkta ve on iki on üç saat süren karanlıkta olayların inceliğini ve direnişçilerin olağanüstü özelliklerini gördüm; aynı zamanda bu yapının kırılganlığını da hissettim. Filistin ordusunun Ürdün’de (Ürdün nehri yakınlarında) yerleştiği her yerde gözetleme kulübeleri vardı. O kulübelerdeki direnişçiler, kendi haklarının geçerliliğinden ve güçlerinden o kadar emindiler ki gece ya da gündüz kulübelerden birine bir ziyaretçi geldiğinde hemen çay demler, kahkaha ve sıcak sarılmalarla dolu bir sohbete koyulurlardı (o gece kime sarıldılarsa o belli bir yere bomba koymak için Ürdün nehrinden geçip Filistin’e gider ve bir daha geri dönmezdi). Sessizliğin hüküm sürdüğü tek yer, Ürdün köyleriydi; oradakiler ağızlarını hiç açmıyorlardı. Direnişçilerin hepsi sanki toprağın biraz üzerinde, havada yürüyorlardı; sanki içtikleri çok küçük bir kadeh şarap ya da çektikleri bir parça afyon onları havalandırmıştı. Nasıl oluyor da havada yürüyor gibi görünüyorlardı? Ölümden korkmayan gençler, havaya ateş açmak için ellerinde Çek ve Çin yapımı silahlar taşıyorlardı. Mermilerini yüksek bir ses çıkararak fırlatan bu silahların koruduğu direnişçiler, hiçbir şeyden korkmuyorlardı.
Filistin’in ve Ürdün’ün haritasını gören her okur, toprakların bir kâğıt parçası olmadığını fark eder. Haritada Ürdün nehrinin çevresindeki toprakların üzerinde yüksek kabartmalar vardır. Kırk yaşlarındaki sorumluların verdiği partileri göz ardı edip bu çılgınlığın alt başlığını “Bir Yaz Gecesi Rüyası” koyabiliriz. Bütün bunların yaşanmasının iki nedeni var: gençlik ve ağaçların altında olmanın, silahlarla oynamanın, kadınlardan uzak olmanın (başka bir deyişle çözülmesi zor bir sorundan kurtulmanın), devrimin en parlak, en göz alıcı ışığı olmanın, kamplardakilerin onayını kazanmanın, yapılan her harekette güzel bir görüntü yakalamanın, belki de içinde devrim olan bu peri masalının yakında bozulacağını hissetmenin verdiği garip zevk. Direnişçiler iktidarı kazanmak istemiyorlardı; onlar özgür olmak istiyorlardı.
Beyrut’tan dönerken Damas havaalanında İsraillilerin inşa ettiği cehennemden kaçmış genç direnişçiler gördüm. On altı, on yedi yaşlarındaydılar; gülüyorlardı, Ajloun’daki direnişçilere benziyorlardı. Ölümleri de birbirine benzeyecek, onlar da Ajloun’dakiler gibi ölecekler. Ülke için verilen mücadele bir hayatı çok zengin kılabilir, ama aynı zamanda kısaltır da. Bu, Aşil’in İlyada’da karşı karşıya kaldığı seçim değil mi?

Dipnot: Kitabın yazıldığı dil, Fransızca’daki ismi: “Solus, Quatre Heures à Chatilla”.